24 Aralık 2015 Perşembe

Osmanlı'da Neden Ali İsminde Padişah Yok?

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Bir dost sohbetinde neden Osmanlı padişahlarının hiç birinin isminin Ali olmadığını konuşmamızla başladı hikaye. Bu, Osmanlı’nın mezhepçi tutumuna bir delil olur muydu? Fakat aslında padişahların değil şehzadelerin isimlerine bakmamız gerekiyordu. Biz de baktık. Osmanlılar, her birinin padişah olma ihtimali olan şehzadelerine ne isim koymuşlardı?

Öncelikle istatistikten bahsedelim. Değerlendirmeye Osman Bey’in oğullarından başladık. 36 padişahın oğullarını dikkate aldık. Padişahlardan I.Mustafa, II.Süleyman, I.Mahmud, III.Osman, III.Selim ve IV.Mustafa’nın erkek evladı olmamıştır. Bahsedeceğimiz toplam Osmanlı şehzadesi sayısı 220’dir. 14 şehzadeye iki isim verildiğinden değerlendirmeye tabi isim sayısı 234 oldu.

Tabi bu isimleri incelerken “sultan, fatih, gazi, yavuz, kanuni, çelebi, şehzade” gibi isim değil de lakap olan, fakat bizim o kişiden bahsederken muhakkak kullandığımız eklemeleri de dikkate almadık.

En çok kullanılan isim 24 kere ile Mehmed. Mehmed ismi Muhammed isminin Türkçesi olarak bilinir. Arapça yazılışı Muhammed ile aynıdır. Doğal olarak ebced hesabı da aynı sonucu verir. Yani Mehmed isminin koyulmasının sebebi Efendimiz’dir. Ancak farklı bir şekilde Mehmed olarak kullanılmasının sebebi de Muhammed ismine olan saygıdır. Birisi hitap ederken, ya da söz söylerken ve hatta düşmanlar küfür ederken bizzat Muhammed ismi kullanmasın diyedir. Zira Muhammed denilince bir müslümanın aklına ilk gelen Efendimiz’dir. Mehmed ve Muhammed isimlerinin anlamı “çokça övülmüş” demektir.

Diğer en çok kullanılan isimler 15 kere ile Ahmed, 14 kere Selim, 13 kere Süleyman, 11 kere Mustafa ve Murad, 9 kere ile Osman olmuş. 

Ahmed yine Efendimiz’in isimlerinden biridir. İncil’de kendisinden Ahmed şeklinde bahsedilir. Kelime anlamı da “hamd eden” demektir. 

Selim ise kötücül olmayan, akil, doğru dürüst demek. Osmanlı’da bu kadar kullanılmasının sebebi ise aslında Yavuz Sultan Selim’dir. Zira Osmanlı’daki ilk Selim ismini 8. padişah olan II.Bayezid oğluna vermiştir. O ilk Selim de Yavuz Sultan Selim gibi bir padişah olunca ondan sonrakilerin bazılarına da dedelerine çeksinler diye bu isim verilmiş. Fakat istenilen pek olmamış.

Süleyman ismi de hem Süleyman peygamberden dolayı, hem de devletin atası sayılan Süleyman Şah’tan dolayı çok kullanılmış. Fakat Kanuni Sultan Süleyman’ın hanedandaki üçüncü Süeyman olduğunu belirtirsek, ondan sonra gelenlere bu ismin konulmasında Kanuni’nin de bir sebep haline geldiğini anlayabiliriz. Kelime kökeni İbranice'den gelir ve anlamı “barış yapan” demektir.

Mustafa ismi yine Efendimiz’in isimlerindendir ve kelime manası “temizlenmiş” demektir. Murad da istek, arzu, istenilen şey demek. Bu ismin bolluğunun en önemli sebebi I.Murad’ın bir muzaffer ve şehid padişah olmasıdır muhakkak. 

Osman isminin manası kuş yavrusu, ejderha yavrusu gibi yorumlanıyor. Fakat Osmanlı’nın bu ismi çokça vermesinin sebebi devletin kurucusu Osman Gazi’dir.

220 şehzadenin yaklaşık 50’sinin ismi Peygamber Efendimiz düşünülerek verilmiş. Bu konuda şaşırtıcı bir durum yok. Fakat şaşırtıcı olan husus 4 büyük halifenin isimleri hakkında.

İlk halife Hz.Ebubekir’in ismi hiçbir şehzadeye verilmemiş. 234 isim arasında Ebubekir yok. İlk düşünce bu isme de aynı Muhammed ismi gibi o saygının gösterilmiş olabileceği. Bunun haricinde şunu da belirtelim “bekir” Arapça deve yavrusu demektir. Hz. Ebubekir’in asıl adı Abdulkabe idi. Fakat İslamiyetten sonra Efendimiz onun ismini Abdullah olarak değiştirmişti. Abdullah ismine baktığımızda ise Osmanlı’da 7 şehzadeye Abdullah dendiğini belirtelim. Fakat yine de Ebubekir isimli tek bir şehzadenin bile olmaması çok ilginç.

İkinci halife Hz.Ömer’in isminde ise 3 adet şehzade var. İlk Ömer ismi 12. padişah III.Murad'ın oğluna verilmiş.

Dördüncü halife Hz.Ali’nin ismi de sadece 4 şehzadeye verilmiş. Osman Gazi dolayısıyla verildiğini düşündüğümüz çok sayıda Osman’ı saymazsak Osmanlı, dört halifenin isimlerini kullanmaktan imtina etmiş. Bunun bilinçsiz bir tercih olduğuna inanmak zor. Bilinçli bir tercih olduğunu düşündüğümüzde de sebebini anlamak zor.

Düşünülecek en makul sebep tıpkı Muhammed ismi gibi bu isimlere de bir saygı duyulduğu. Zira hiç Muhammed ve Ebubekir yok, üç tane Ömer var, dört tane Ali var. Hasan ve Hüseyin isimleri üçer tane var. Daha da ilgincine gelelim, diğer sahabenin isimleri hiç yok. Hamza, Bilal, Talha gibi isimlerde şehzade yok. 234 tane ismi düşününce bunun bilinçsiz bir durum olması düşünülemez. Genel ehl-i sünnet mantığında sahabeye herhangi bir kötü sözün kullanılmasının iman hususuna kadar dayandırıldığı düşünülürse sanırım sebebi bulabiliriz. Osmanlı Devleti, padişah olma ihtimali olan birisine bu isimleri vermemiş. Zira bir padişahın çokça düşmanı olur. O dönemin mektuplarına baktığımızda envai çeşit küfür ve hakaretin bulunduğunu görüyoruz. Osmanlı, olası bir padişahlık senaryosunda bu isimlerin bu şekilde aşağılanmasının önüne geçmeye çalışmış gibi görünüyor.

Osmanlı’da isim ve mezhepçilik konusuna gelirsek, görüldüğü gibi Ali ismine özel bir sansür yok. Tıpkı Hasan ve Hüseyin’e olmadığı gibi. Bütün halife ve hatta sahabe isimlerine bir saygı var. Ali 4, Hasan ve Hüseyin 3 kez kullanılmış. Bu hususta yine akıllarda kalan Bayezid isminden de bahsedelim.

Osmanlı şehzadelerinin 7 tanesinin ismi Bayezid. Peki bu isim ne demek? Bir görüş bu ismin Ebu Yezid anlamına geldiği, yani Yezid’in babası. Yani Muaviye. Muaviye ismiyle alakalı da mezhepçilik hususu gündeme gelebilir tabii. İkinci görüş ise bu ismin Farsça'daki olumsuzluk ekiyle birlikte düşünülmesi. Bu şekilde isim “Yezid olmayan” anlamına geliyor. 

Velhasıl Devlet-i Al-i Osmani gibi yüzyıllar sürmüş bir düzen hakkında karanlıkta kalan bir çok şey elbette var. Biz denizde kum dahi olmayacak bir hususa girmeye çalıştık, yine de işin içinden çıkamadık. Ancak bilidğimiz bir şey varsa o da her birinin dünyayı değiştirme ihtimali olduğu bilinen bu bebekler doğduğunda, onlara bu isimlerin rastgele verilmediğidir.




12 Aralık 2015 Cumartesi

Hakanlar Tartışıyor / Hikaye

Mustafa Kemal Paşa doğruldu: "Bence ikisinden birini seçip müzakereye o tarafla devam etmeliyiz. Tabi bu seçimi yapar yapmaz seçmediğimiz tarafı yok etmemiz gerekir. Böylece seçtiğimiz taraf daha müzakerelere başlarken bile korku içinde olur. Her an kendisinin de yok edilebileceği tehdidi altında kalır. Bizden başka seçeneği kalmadığını da hisseder."

"Böyle davranırsak bizim de başka seçeneğimiz kalmamış olur Paşa hazretleri." dedi Sultan Hamid. Sakince kahvesini yudumladı. Ortada bir seviye farkı kalmamış olmasına rağmen, diğerleri Sultan konuşurken söze girmiyordu.

"Tahayyül edelim: İmralı veya Kandil'den birisini seçtik, diğerini yok ettik. Sağ kalan taraf kendini artık tek temsilci olarak görecek ve düşündüğünüzün aksine daha da güvenli hissedecektir. Bunu yapmak ellerini güçlendirecektir. Kaldı ki bunu uygun görsek bile hangi tarafı seçeceğiz? Şahsi fikrim hem İmralı, hem de Kandil'le temasa devam etmekten yanadır. İkisi de tam muhatap alınmayacak. Ancak ikisiyle de ipler tamamen koparılmayacak. Yalnızca olaylara göre ipi bazen gevşetir, bazen de sıkarız."

Bunları söylerken ellerini usulca bir ipi kaldırıp, diğerini gevşetir gibi yapmıştı. Enver Paşa sessizlikten yararlandı:

"Aslına bakılırsa ne Kandil'e ne de İmralı'ya ihtiyacımız yok. İkisi de yok edilip, düzen bizzat devlet eline alınabilir. Müzakere halkın kendisiyle devam ettirilir. Hala başıbozuklara muhabbet duyan kalırsa da gereken gözdağı verilmiş olur. Hem suikastler hem de sonrasındaki durumun asayişi için yeterli saha elemanımız mevcuttur." Burada Eşref Bey'e döndü ve başıyla tasdik ettirdi.

Mustafa Kemal Paşa gözlerini kıstı, kaşlarını yukarı doğru çattı: "Madem sahada bu kadar kuvvetliyiz, orada yaşayan halkı niçin hala ikna edemedik Eşref Bey?"

Eşref Bey'in cevap vermesine Sultan Hamid fırsat bırakmadı: "Bunu hoca hazretlerine sormak daha makuldur. Zira kendisi bizzat orada doğup büyümüştür. Ankara'ya da daha dün gece son uçakla

4 Aralık 2015 Cuma

Bir İhtimal Daha Var(dı)

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Osmanlı Devleti’nin klasik dönemine baktığımızda hep zirve isimler görürüz. Her biri kendi alanında en üst mertebeyi temsil eden bu kişilerle devletin gücü arasında bir tavuk-yumurta ilişkisi vardır. Yavuz, Kanuni, Mimar Sinan, Ebusuud, Matrakçı Nasuh, Zembilli Ali, İbn-i Kemal, Piri Reis, Barbaros Hayreddin, Baki, Fuzuli ve diğerleri. Devletin gelişimi bu isimlerin eğitimini, görgüsünü ve algısını yükseltmiş; bu isimler de devleti yükseltmiştir.

Buna benzer bir insan topluluğunu Osmanlı’nın bir devrinde daha görürüz: son döneminde. 19.yüzyılın sonu 20.yüzyılın başına gelindiğinde Osmanlı coğrafyası yine bir gelişmiş insan kaynağıdır.

Siyasi bir deha olan Sultan Abdülhamid vardır. Cihan Harbi’nde teşkilatçılıkla direnen ve daha da önemlisi direnişleri örgütleyen Enver Paşa, Eşref Bey ve ekibi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda, belki de tarihimizin en imkansız durumlarından birini yöneten Kazım, Fevzi, Mustafa Kemal paşalar vardır. Şiir alanında kimilerine göre tarihimizin bir numarası olan Mehmed Akif vardır. Dini ilimler ve siyasal İslam anlamında Bediüzzaman Said Nursi, Cemaleddin Afgani vardır. Müzik alanında Tanburi Cemil Bey, Hacı Arif Bey vardır. Yine diğer sanat dallarında Osman Hamdi Bey, Yahya Kemal vardır.

Fakat ne yazık ki bahsettiğimiz dönemlerden birisi mazimizin zirvesi iken, diğeri belki de en zor zamanıdır. Peki bu niçin böyledir?

Öncelikle başta değindiğimiz tavuk-yumurta metaforunu unutmayalım. Klasik dönemde bu isimler mi devleti yüceltti, yoksa devlet mi bu isimleri yüceltti sorusuna tek taraflı bir cevap vermek mümkün değildir. Bu isimlerin hepsi medeniyet birikimimize katkılarda bulundular lakin zaten onlar da büyük bir birikimin üzerinde oturuyorlardı. Yani bu iki tarafın da kazandığı ve beraber yükseldiği bir durumdu.

Son dönemde ise devlet artık neredeyse can çekişiyordu. Saray, toplum, ahlak, ekonomi gibi değişkenler nitelikli olmaktan uzaktı.

Abdülhamid Han hatıratında bu durumdan şöyle bahseder: "Ben ne bir Yavuz Sultan Selim Han idim, ne de Yavuz Sultan Selim Han'ın ülkesi benim buyruğumdaydı. Ne yaptıysam yapabildiğimdir. Yavuz Sultan Selim Han da benim zamanımda padişah olsaydı, o da benim gibi yapardı."

Kemal Karpat da dönem hakkında şu değerlendirmeyi yapar: "Tarihte hiçbir Müslüman hükümdar Abdülhamid kadar önemli kararlarla karşı karşıya kalmamıştır."

Yine Osmanlı için klasik dönem dediğimiz genel olarak 16.yüzyıl olarak belirleyebileceğimiz zamanda dünya çapında medeniyet de farklı seviyedeydi. Fakat 19.yüzyıldan bahsettiğimizde, Batı medeniyeti adına bugün çok iyi tanıdığımız birçok bilimadamı, sanatçı ve yöneticinin olduğunu belirtmeliyiz (Hegel, Marx, Nietzsche, Graham Bell, Darwin, Gauss, Mendel, Tesla, Balzac, Çehov, Dostoyevski, Tolstoy, Beethoven, Van Gogh vs.). 19.yüzyılda bu topraklarda askeri, idari ve edebi alanlarda yetişmiş insan bulunurken; Batı medeniyetinin “pozitif bilim” denilen alanda çok daha fazla isim yetiştirmesi kayda değerdir.

Yine klasik dönemde dünya tarihine geçmiş iki büyük denizcimizi sayarken, son dönemimiz için bir donanmanın varlığından dahi bahsedemiyoruz.

Bir başka bakış açısı da saydığımız son dönem kişilerinin birbirleriyle olan ilişkisine yöneliktir. Klasik dönem isimlerinin neredeyse hepsi ortak çalışmıştır. Yıkılma devri içinse bu asla söylenemez.

Enver Paşa, Sultan Hamid’i tahttan indiren ekipteydi. Sultan Hamid Eşref Bey’i sürgüne göndermişti. Mehmed Akif, Sultan Hamid’i sevmezdi. Sultan Hamid ve Bediüzzaman bir türlü görüşememişti. Mustafa Kemal, Osmanoğulları’na hakaret etmişti. Enver Paşa’yı tasfiye etmişti. Cumhuriyet döneminde Bediüzzaman’a türlü zulümler yapılmıştı. Eşref Bey cumhuriyet devrinde yüzellilikler listesinde sürgün edilmişti. Aynı dönemde Mehmed Akif baskılardan kurtulmak için Mısır’a gitmek zorunda kalmış, orada da hafiye takibinde yaşamıştı. Yine Kazım ve Fevzi paşalara yönetimden el çektirilmişti.

Velhasıl iki dönem arasındaki en büyük fark, birlikte çalışmanın olmaması olabilir. Sorumluluğun büyük kısmıysa bu yetenekleri bir arada kullanmayı, idare etmeyi düşünmeyen ya da beceremeyen yöneticilerdedir. Yani Abdülhamid, Enver Paşa ve Mustafa Kemal.

Yine de Türkiye Cumhuriyeti’ne bu birikimin sonucu olarak bakılabilir. Aslında birikim tek elden tek bir yöne doğru kullanılmayarak israf edilmiştir. Fakat en azından uç uca eklenmiştir. Zira Sultan Hamid ince bir siyasetle yıkılışı 33 yıl ertelerken aynı zamanda bir nesil yetiştirmişti. Onun açtığı okullardan yetişenler onu tahttan indirdi ancak öğrendiklerini de daha sonra kullandı. İttihatçı subaylar Sultan Hamid'in okullarında aldıkları eğitimi, Mustafa Kemal de ittihatçıların arasında öğrendiği teşkilatçılığı çok iyi kullandı.

Peki bu yetenekler birbirlerine karşı değil de beraberce kullanılsaydı ne olurdu? Milletimiz çok şükür yaşamına devam etti, fakat önemli hayat damarlarını da kaybetti. Bu isimleri bir arada düşündükçe hiç cevaplanmayacak olmasının sızısıyla beraber aklımıza gelen soru şudur: Bir ihtimal daha var mıydı?

28 Kasım 2015 Cumartesi

Ayastefanos / Hikaye

Yürürken kaldırım taşlarının çizgilerine basmamaya gayret ediyordu. Gerekirse adımlarını kısaltıyor ya da uzatıyordu. Demek ki keyfi yerindeydi. Ceketinin iç cebinde sonuna yaklaşılmış bir kitap duruyordu. Böyle kitaplar okuduğu zamanlar keyifli olurdu. Yapacak önemli bir işi var demekti bu. Okumak.

Nadiren yapacak önemli bir işi olurdu. Genelde dalından kopmuş bir gazel gibi savrulurdu. Nereye gideceği, nereye düşeceği belli olmazdı. Ama işte bir amacı varmış gibi böyle az bulunan zamanlarda; hedefini bulacağı daha yaydan çıkarken anlaşılan bir ok gibiydi. Her şey düzenli ve planlanmıştı. Kainat sarsılmaz mükemmellikte bir düzen içindeydi. Kaldırım taşlarının çizgilerine bile basılmamalıydı.

Fakat o uğursuz ve amaçsız zamanlar... Kötü giden tek bir şey kainatı(nı) alt üst etmeye yeterdi. Küçük hesapların adamıydı ve o hesaplar şaşmamalıydı. O gün misafir gelir, otobüs gelmez, kafasını bir yere çarpar, sevmediği biriyle karşılaşır, trafik olur, yağmur yağar, ucu biter, Galatasaray kaybeder, kötüler kazanır, su 75 kuruş olur, para suyunu çeker, iş bulamaz, Fahreddin Paşa teslim olur, Çanakkale geçilir, cepheler düşer, savaş kaybedilir, Osmanlı yıkılır, annesi ölür. Annesi ölür.

Annesinin öldüğü gün de o günlerden biriydi galiba. Ya da öyle hatırlıyordu. Ya da ondan sonra günler böyle olmaya başlamıştı. Hatırlamıyordu. Kafası karanlıktı.

Ama şimdi bir kitabı, bir amacı vardı. Sabahçı kahvesinin önüne oturdu. Sigarasını yaktı. Tütün. Kimyasal yok. Çay geldi. Kitabını çıkardı, sayfasını açtı, kaldığı yeri buldu. Bunları bir ayin havasında yaptı. Okumaya başladı. Yanlış hatırlıyordu. Annesi aslında her şeyin çok güzel olduğu bir günde ölmüştü. Ama her şeyin.

"Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden dolayı '93 Harbi' şeklinde anılan bu savaş miladi takvime göre 1877-78 yıllarında yapılmıştı."

Bu ilginç bir takvim hesabıydı. Aslında meşhur hey 15'li türküsünde de bahsedilen evlatlar Rumi takvime göre 1315 doğumlu olduklarından dolayı böyle söylenilmişti. Takvimleri dahi bu kadar karışık olan bir milletin tarihinin anlaşılması pek beklenmemeliydi. Şu izafiyet teorisi denen şey bizim takvimlerle mi ilgiliydi acaba? Bizim milletimiz için yalnızca zaman değil, tarih de göreceliydi.

"Ruslar 93 harbini çok iyi planlamışlardı. Özellikle Osmanlı'nın doğu sınırlarında çatışma yaşanacak yerleri önceden tespit etmiş, ona benzer coğrafyalarda neredeyse bir yıl önceden çalışmaya başlamışlardı. Bir film için kurulan platolara benzer yerler inşa etmişlerdi, bir savaş için. Askerleri o koşullarda yaşamaya, savaşmaya, uyumaya, yiyip içmeye alıştırmışlardı. Adeta önce bir savaş simülasyonu yapmışlardı."

Tadı kaçtı. Ruslar kazanıyordu.

"Osmanlı ise savaşa hazırlıksız ve yetersiz girmişti. Hem nitelik hem de nicelik olarak gerideydi. Düşmanın görüş alanına giren mevkilerden asker sevki yaparken, aynı askerleri iki kere dolandırarak geçiriyorlardı. Düşman asker sayısını iki kat daha fazla sansın diye. Osmanlı göz hilelerine başvuruyor, dublör kullanıyordu."

Düğün gibi bir zamandı. Herkes mutluydu. O zaman düğün olamaz gerçi. Düğünlerde neredeyse herkes mutsuzdur. Ama öyle bir şeydi işte. Ailesi hep bir aradaydı. Birden hareketlilik, çığlıklar, bağırışlar... Sonra kalp dediler, durmuş dediler, bir daha çalıştıramadık dediler, yaş dediler, sırtını sıvazladılar. Kainat(ı) yerle bir oldu. Dünyanın ekseni kaydı. Ay yörüngeden çıktı. Güneş milim milim uzaklaştı. Her yer soğudu, her şey soğudu. Dünya'nın bütün bağlantısı kesildi. Ya da onun dünyayla bağlantısı kesildi. Oksijen seviyesi giderek azalıyordu.

Kitabı bitirdi ve hayatının olağan olumsuzluğuna geri döndü.

"Savaşın sonunda Ruslar Yeşilköy'e kadar girmişti."

15 Kasım 2015 Pazar

Uzatma Kardeşim, Sen Teröristsin

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Boşuna uğraşma güzel kardeşim. "Müslümanlar terörist değildir" gibi lafların, bizim aşağılık kompleksimizi göstermekten başka hiç bir faydası yok. Zira bu insanlara göre sen zaten IŞİDcisin. Ellerinde hiç bir delil olmasa da, hatta kendileri de adları gibi bunun yalan olduğunu bilseler de senin devletinin IŞİD'e yardım ettiğini söylüyorlar.

IŞİDcı olmasan da teröristsin ayrıca. Gece güdüz IŞİD'a karşı savaşan muhalifleri desteklesen de onların umrunda olmaz. Devletin IŞİD'e değil de o muhaliflere yardım ediyor olsa da fark etmez, çünkü o muhalifler de terörist. Hiç bir silahlı İslami mücadeleyi desteklemesen ama siyasal anlamda İslami bir fikriyatın varsa yine de o kadar olmasa da terörist sayılırsın. Siyasal İslam dedikleri şeyin de sonu onlara göre bir şekilde terörizme çıkıyor sonuçta.

Özetlemek gerekirse, bu yaranmaya çalıştığın adamların düşüncesi şudur: eğer Müslümansan ya teröristsin, ya da henüz terörist olmamışsın.

Aslında onlar senin yaptıklarına, düşündüklerine ya da söylediklerine karşı değiller, bizzat senin varlığına karşılar. Eğer hem Müslüman olmak hem de onlar tarafından muteber olmak istersen seni sen yapan bütün özelliklerini terk etmen gerekir. Bir mücadele kültürün ya da siyasi fikrin olmamalı. Hatta herhangi bir fikrin dahi olmamalı.

Onların istediği gibi bir Müslüman olursan, motoru ve tekerleri olmayan bir şeye ne kadar araba denilebilirse sana da o kadar Müslüman denilebilir işte. Zaten onların da istedikleri bu: karşılarında bitkisel hayatta yaşayan(!) bir İslam alemi bulmak.

Onların istediği Müslümanlık ile senin aklında olan çok farklı aslında. Senin "büyük bir Müslümandı" dediğin insanlar, sözgelimi Hasan el-Benna, İmam Şamil, Malcolm X ve hatta Hz. Ömer bile onlar için cani, gasıp ya da teröristler.

İçerde seni teröristlikle ya da teröre destek vermekle suçlayanların büyük bir kısmı, Suriyede yüzbinlerce kişinin katili bir vicdansızı destekliyor. Bunu düşünmek bile senin çabanın ne kadar boşa olduğunu göstermiyor mu?

Sen böyle ezilerek sürekli alakan olmayan şeylerden dolayı özür dilersen, alakan olmayan daha nice olayı üzerine yıkacaklar. Netenyahu Yahudi soykırımının akıl hocasının bir müftü olduğunu söyleyeli kaç gün oldu?

Hiç atom bombalarından dolayı toplanıp da "özür dileriz, ama inanın ki Hristiyanlar terörist değildir" diyenleri gördünüz mü? Ya da Nazi kampları için "Lütfen bizi affedin, gerçek Hristiyanlık bu değil" diyenleri? Ya da Irak işgali, Franco, Mussolini, siyahilere yapılan zulümler, Amerika'daki seri katiller, okul basıp çocukları öldüren psikopatlar için? Göremezsiniz. Çünkü biz bu alakasız olayları yapanlar sırf Hristiyanlar ve durmadan ıstavroz çıkartıyorlar diye kalkıp da koca bir dini ve ona inananları sorumlu tutmayız.

Sen 11 Eylül'de, Charlie Hebdo'da, Paris'te, Nijerya'da, Irak'ta ya da Suriye'de mazlumların ölmesini istemedin. Alakan bile yok. Hatta Batı'da bu tarz eylemleri yapanlar, burada bizzat senin benim gibi düşünen Müslümanları öldürüyorlar. Hem de her gün.

Şimdi sakin ol ve taşıdığın suçluluk duygusunu yavaşça yere bırak.


5 Kasım 2015 Perşembe

Sultan Abdülaziz Cinayeti

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Meşhur Pertevniyal Valide Sultan'dan doğma, Sultan II.Mahmud'dan olma Abdülaziz dünyaya geldiğinde senelerden 1830 idi. 1861'de tahta çıkan Sultan Abdülaziz, Batı Avrupa'ya seyahatlar yapan ilk ve tek Osmanlı padişahıdır. Bu gezileri sırasında bir çok yenilik gördü ve bunu kendi iline de uygulamaya çalıştı. Aynı zamanda o yıllarda henüz 20 yaşında olan genç Sultan Abdülhamid de bu gezide heyette bulunuyordu. Onun da Osmanlı'da yaptığı yenilikler hususunda bu Avrupa seyahatinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yine Sultan Abdülaziz, Yavuz Sultan Selim'den sonra Mısır'a giden ilk padişahtı.

Sultan Aziz İngiltere ziyaretinde
Güçlü bir cüssesi vardı. Heybetliydi. Birçok spora meraklıydı. Bilek güreşi, atıcılık ve özellikle güreş hususunda istidad sahibiydi. Zamanın kırkpınar başpehlivanı Kel Aliço ile de 30'a yakın güreş tutmuş, birkaç kere onu yenmeyi başarmıştı.

Yine Avrupa seyahati sırasında Fransa'da bir fuarda gezerken bugün her yerde gördüğümüz yumruk atma makinelerinden görünce meraklanmıştı. Adının ne olduğunu sorduğunda yanındakiler önce söylemek istemeseler de, sonra mahcup bir şekilde "Türk kafası" dediler. Buna bozulan Sultan Aziz yanında kendisi gibi heybetli olan Ali Paşa'ya alete vurmasını emretti. Ali Paşa'nın vuruşuyla, yumruğun gücünü ölçecek olan şerit en yukarı kadar yükseldi ve hududunu kırarak havaya kalktı. Bunun üzerine Sultan Aziz gülümseyerek "hayret ki bir vuruşta dağıldı, bu Avrupalı kafası olsa gerek" dedi.

Sık sık halkın arasında kır gezilerine çıkar, kendisine selam veren tebaasına sürekli karşılık verirdi. Bu hareketleri sebebiyle zamanında sevilen bir padişah olmuştu.

Ancak muhakkak ki düşmanları da vardı. Özellikle yönetimdeki bazı kadrolar, veliaht Sultan V.Murad'ın görüşlerini ve akli melekelerinin sınırlı olduğunu bildikleri için onun padişah olmasını istiyorlardı. Önce 10 Nisan 1876'da medrese talebeleri kışkırtılarak sokak olayları ve yürüyüşler düzenlendi. Bu olayların sonucunda başta Mahmud Nedim Paşa olmak üzere bir çok devlet adamı görevinden alındı veya istifa etti.

Yerlerine gelenler, darbeyi planlayan serasker Hüseyin Avni Paşa, nazır Mithat Paşa ve şeyhülislam Hayrullah efendi oldu. Sultan Murad ile de sürekli görüşme halindelerdi.

30 Mayıs sabahı Dolmabahçe sarayı basıldı. Aynı zamanda deniz tarafından da gemilerle sarayın etrafı sarıldı. Emri veren Hüseyin Avni Paşa'ydı. Sultan Abdülaziz yanındaki askerleriyle birlikte çarpışmayı, kan dökülmesini istemeden teslim olmayı tercih etti.

Saray yağmalanırken Sultan Aziz, eşleri ve annesi Pertevniyal Valide Sultan kayıklarla apar topar Topkapı Sarayı'na nakledildi. Ancak Topkapı Sarayı yıllardır kullanılmıyordu, odalar boştu. 3 gün kadar yerde kilim olan bazı odalarda kalan Sultan Aziz ve ailesi, Sultan V.Murad'a br mektup yazarak durumu anlattı. Sultan Murad da onları Feriye Sarayı'na aldırdı.

Ancak binbir zahmetle darbe yapıp indirdikleri Sultan Aziz'in yerine, Sultan V.Murad'ı bir türlü padişah olarak ilan edemediler. Akli melekelerinin sınırlı olması nedeniyle hal ve hareketleri bozuktu. Halk arasında bir kılıç kuşanma töreni yapıp bu hallerin görünmesini istemiyorlardı.

Bu durumlar ve Sultan Aziz'in hali halk arasında yüksek sesle konuşulmaya başlanmıştı. Ayrıca nakledildiği Feriye Sarayı(bugünkü Galatasaray Üniversitesi) boğazın merkezindeydi ve halkın rahatlıkla görebildiği bir yerdeydi. Darbeci paşalar, halkın tekrar Sultan Aziz'i istemesi ve ayaklanması endişesine kapıldılar.

Sultan Aziz canından da korkar olmuştu. Sürekli ibadet ve kıraatla meşgul oluyordu. Yanından revolverini ve Sultan III.Selim'den kalma palasını hiç ayırmıyordu. Ancak 3 Haziran cumartesi günü silahları da elinden alındı.

Ertesi sabah Sultan Aziz'in odasından gelen çığlıklar üzerine Pertevniyal Valide Sultan odaya girdiğinde iki bileği de kesilmiş halde yerde yatan oğlunu gördü. Masada Yusuf Suresi açık olan bir Kur'an vardı. Henüz can çekişen sultanın yanında annesi çıkarıldı. Herhangi bir doktorun olaya yetişemediği söylendi. Ancak boğazın karşı kıyısındaki yalısında oturan Hüseyin Avni Paşa olayı haber alıp yetişti(!) ve hala hayatta olan Sultan Aziz'i yan taraftaki karakola taşıttı. Sultan orada can verdi.

Ölümüne kadar herhangi bir tıbbı müdahale yapılmadı. Hüseyin Avni Paşa, sakallarını düzeltmek için istediği bir makasla bileklerini kestiğini söyledi ve kayıtlara bu şekilde geçirildi. Raporu onaylamasını istedikleri iki doktor da durumun farklı olduğunu söylediler ve onaylamak istemediler. Doktorlardan birinin hemen Trablusgarp'a tayini çıkarıldı. Diğeri de görevinden azledildi ve başka iki doktor getirilip rapor onaylatıldı.

Cenazeyi yıkayan imamların söylediklerine göre ise Sultan Aziz'in sakalının bir kısmı yolunmuş, ağzındaki dişlerden ikisi kırılmıştı. Sol göğsünün altında büyük bir çürük vardı.

Annesi Pertevniyal Valide Sultan kesinlikle oğlunun saraya alınan cellatlar eliyle öldürüldüğünü iddia etti. Hatta o gün üzerinden çıkan kanlı elbiselerini ve çamaşırlarını bir sandıkta sakladı. Bu elbiseler yıllar sonra Topkapı Sarayı depolarında bulundu.
Kanlı kıyafetler
Kanlı kıyafetler
Kanlı kıyafetler


Olaydan aylar sonra tahta çıkan Sultan II.Abdülhamid Han da hemen Yıldız Mahkemeleri'nde bir dava açtırdı. Zira o da Sultan Aziz'in intihar ettiğine inanmıyordu. O günün delilleriyle yapılan yargılama sonucunda(Sultan Aziz'in hizmetçilerinden biri de cinayet lehinde şahitlik etmiştir.) olayın bir katl olduğu sonucuna varıldı. İçlerinde Mithat Paşa'nın da bulunduğu 9 sanık hakkında idam kararı verildi ancak Sultan Abdülhamid hep yaptığı gibi bu idam kararlarını sürgüne çevirdi. Sanıklardan bir diğeri olan Hüseyin Avni Paşa'nın da Süleymaniye'de olan kabrine dokundurtmadı.


Olayın belki özeti, Sultan Aziz'le dalga geçer gibi poz veren askerlerin fotoğrafıdır. Saray fotoğrafçısı Vasilaki Kargopulo'nun çektiği bu fotoğrafta Sultan Aziz azlinin ardından bahçıvan kıyafetleriyle otururken, arkasında iki asker dirseklerinin Sultan'ın omuzlarına koymuş bir şekilde poz verir. Askerlerden birinin sağ eli, ceketinin düğmelerinin arasına girmiş bir şekilde bulunur.

Allah bu pehlivan padişahın şehadetini kabul etsin. Bir insan iki bileğini de makasla kesebilir mi, cesedinden çıkan kan bunu bize anlatır mı gibi sorulara bizim ilmimiz yetmez. Ancak bu gibi araştırmalar için de Talha Uğurluel, Necdet Sakaoğlu, Mustafa Armağan gibi kişilerin kitaplarını tavsiye ederiz.

Kendisi şu an babası II. Mahmud'un yaptırdığı türbede babası ve yeğeni Sultan Abdülhamid'in arasında yatmaktadır. Kapanışı o günlerde halkın dilinde ağıt olmuş şu sözlerle yapalım:

Seni tahttan indirdiler/Beş çifteye bindirdiler/Topkapı'ya gönderdiler/Uyan Sultan Aziz uyan/Kan ağlıyor bütün cihan.





28 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Milleti Mübarek Eyleyen Adam: Hz. Yavuz Sultan Selim

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Halkın “veli padişah” olarak bildiği II.Bayezid’ın 1467 yılında Amasya’da bir oğlu daha olduğunda, adını Selim koydu. Selim “kötücül olmayan, iyi, tehlikesiz, sakin” anlamlarını taşır. Lakin Sultan Selim’in kulağına ezanı kim okudu, ya da adını doğru fısıldadı mı bilinmez, ona yıllar geçtikçe çevresindekiler “Yavuz” lakabını uygun gördü. Yavuz, selimin aksine “hiddetli, kötü, fena” anlamlarına gelmektedir.

Anlatılan o ki Sultan Selim, Trabzon’da sancakta iken tebdil-i kıyafet İran yurduna gider. Bir derviş kılığında 2-3 ay boyunca satrançta herkesi yenerek nam salar. Zira daha önceden Şah İsmail’in satranca olan merakını duymuş, onun karşısına kadar çıkabilmek için bu yolu seçmiştir. Vehasıl amacına ulaşır ve bir gün Şah kendisini satranç oynamaya çağırır. O güne kadar satrançta hiç yenilmeyen Şah, oyun sırasında “etrafımdakiler belki dostum oldukları için beni yenmezler” minvalinde konuşunca; bizim derviş sultan da o meşhur mühendislik harikası şiirini söyler:

Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur 
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol alemde bir dildar olur
Yar olur, ağyar olur, dildar olur, serdar olur.

Şiirin sonunda da mat eden hamlesini yapınca, Şah İsmail hem bu şiire, hem de ilk defa mat olmasına hiddetlenir ve okkalı bir tokat atar, dervişi dışarı attırır. Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail savaş meydanında da ilk kez mat olmuş ovadan kaçarken, Sultan Selim o tokatın öcünü aldığını söyler. Aklı selim bir intikamla.

Hikaye doğru mudur, bir şehzade sancağını bırakıp İran’a gider mi bilinmez lakin bu yavuz-selim meselesine güzel bir örnek olduğu kesin.

Yine Sultan, kendisine selim ismini koyan babasına karşı sert bir hamle yapmış ve onu yavuzca tahtından indirmiştir.

Hayatı da kendisi gibi hızlı ve hararetli geçen bu mübarek adam 8 yıl 8 aylık saltanat süresinin sonuna geldiğinde; devletin sınırları neredeyse iki buçuk kat büyümüş, İpek ve Baharat yolları ele geçirilmiş, hazine kapıları kapanamayacak derecede doldurulmuştu. Ölümünün ardından Kemal Paşazade şöyle söyler:

Şems-i asr idi, asrda şemsün
Zilli memdud olur zamanı kasir
(Asrın güneşiydi, güneşin de ikindi vakti gibiydi; gölgesi çok uzundu, lakin çabucak geçiverdi.)

Fakat Hz.Yavuz’un bize bıraktığı asıl hazine Mısır ilinden getirdiği pahada ağır eşyalar değildi. Yavuz Sultan Selim Han, Efendimiz’in kılıcını, sancağını, hırkasını; hepsinden de önemlisi bu mübarek emanetlere koruma olma vazifesini aldı getirdi. Onun sayesinde bu millet, gerçekten mübarek bir millet oldu ve asırlar boyunca Harameyn’e hizmet etme şerefine erişti.

Onun zamanına kadar halife adına okutulan hutbede asırlardır “hakimül harameyn” ifadesi geçerken, onun adına okunan ilk hutbede Sultan Selim bu ifadeye itiraz etti ve “hadımül harameyn” olarak değiştirdi. Onun ardından da bu millet 400 yıl boyunca Harameyn’e hizmetçi oldu.

Hilafeti, Hz.Ali efendimizden sonra belki de ilk defa gerçek anlamıyla taşıyan kişi oldu. Mukaddes emanetleri İstanbul’a hatimler indirterek getirtti. Ve hatta İstanbul’a vardığında, geceli gündüzlü o dairede Kur’an okunması için; kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere 40 hafız tayin etti. O dairede Kur’an bugüne kadar kesintisiz okundu ve hatta şu an şu dakika da okunmaya devam ediyor.

Yavuz Sultan Selim, Büyük İskender’den başka hiç bir ordunun geçemediği çölü geçerken; kendisine Peygamber Efendimiz’in rehberlik ettiği söylenir. Yine Yavuz Çaldıran’da o gün için büyük bir teknoloji olan “hareketli toplar”la galip gelir. Madde ve mana alemlerinin ikisinde birlikte ileride olan bu adam bizim için çığırlar açan bir örnektir.

Yaptığı seferle tek hamlede Türk ve İslam tarihini birleştiren ve seyirlerini değiştiren bu mübarek adamdır. Zira böylesine bir sefer ve zafer herkese nasip olmaz.

Onun anlatmakla bitmez icraatlarının maddi ve manevi etkileri hala devam ediyor. İsminin bir köprüye verilmesinin dahi tartışıldığı bu günlerde, Hz.Yavuz’un değerini idrak etmek de biz vefasız torunlarına nasip olsun.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Osmanlı, Türk Milletinin Ustalık Eseridir

Bismillahirrahmanirrahim.
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Osmanlı denildiğinde aklına sadece bir hanedan, bir devlet ya da bir yönetim şekli gelenler bizi hiç anlayamadılar. Zira Osmanlı sadece bir devlet değildir, bir meseledir. Hem de esaslı bir mesele.

Türk milleti tarih boyunca hep büyük medeniyetlerle yan yana oldu. Arap, Çin, Roma, İran, Mısır, Rus, Kafkas, Anadolu gibi insanlık tarihinin neredeyse bütün büyük topluluklarından etkilendi. Onlarla savaştı, ticaret yaptı ve muhakkak onlardan çokça şey öğrendi.

Selçuklular yıkılıp da Anadolu'da beylikler dönemi yaşanırken, artık Türk milleti bütün bu medeniyetlerden sayısız ilim, kültür ve teknoloji katmıştı kendine. Ayrıca bu öğrendiklerini kendi karakterine eklerken İslâmiyet mayasıyla yoğurmuş, ancak o sayede ortaya çıkabilecek bir hamuru çıkarmıştı ortaya.

Bu kazanımların da ışığında, Osmanlı Devleti Türk milletinin ustalık eseriydi. Kurduğu onlarca devletin sonuncusu, bütün eleklerden geçirdiği milli birikiminin nihayetiydi. Bu devlet ayrıca mayasının İslamiyet olması dolayısıyla hala da gelişmeye ve öğrenmeye açıktı. Bünyesine Katılan Kürt ve Arap milletlerini de esas unsur benzeri kabul etti ve onlarla İslam ortak paydasında buluşarak büyüdü.

16. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar, coğrafyasının en teknolojik ordusuna sahipti. Meydan savaşlarını rekor sürelerde kazanan, geçilmez çölleri geçen, alınmaz şehirleri fetheden bu ordunun alamet-i farikası niceliği değil niteliğiydi. Aynı zamanda mimari, şiir, tıp, astronomi, denizcilik alanlarında da Osmanlı medeniyeti bir marka olmuştu.

Zira Fuzuli yazarken bahsettiğimiz yüzlerce yıllık birikimi İslamiyet'in edebiyle edeplendiriyordu. Sinan çizerken, Selimiye'yi yüzlerce yıllık ilim tortusuna 7 yıl ekleyerek yapıyordu. Hoca Ebusuud 1000 yıllık olgunluğun üzerine içtihad geliştiriyordu. Devletin en büyük devrinde Süleyman, Yavuz, Ebusuud, Zembilli Ali, Sinan, Fuzuli, Baki, Sokullu, Piri Reis gibi isimlerin bir arada yetişmesi asla ve haşa tesadüf değildi. Bu isimler bu milletin ustalık eserinin ustalarıydı.

Osmanlı dahi hep bu Osmanlı'ya hasret duydu. 18. Yüzyılda bile padişahlar "geri gel ey Osmanlı" diyordu. Hala devlet ve hatta hanedan devam ederken insanların geri getirmek istediği o "mesele" idi.  Düşünün ki bu yüzyılda bizim hasretimiz ne raddeye gelmiştir. Bugün bizim ve coğrafyamızın derdi bu devletsizlik değil, bu meselesizliktir.

Aksa'ya botlarla girilebiliyorsa, Filistinliler sokak ortasında infaz edilebiliyorsa, Bosnalılara canlı yayında soykırım, Mısırlılara canlı yayında darbe yapılabiliyorsa, Paris'te efendimize hakaret edilebiliyorsa, Kabe'nin etrafını oteller sarmışsa, Sultanahmet'te alkollü mekanlardan geçilmiyorsa sorun hep bu meseleden yoksun oluşumuzdur. Zira bu bahsettiğimiz yerlerinde hepsinde bir devlet halihazırda vardır. Eksik olan başka şeylerdir.

Bugün Suriyeli kardeşlerimize kapı açmamız işte bu meselenin ufacık bir kırıntısıdır, bir Osmanlı davranışıdır. Bu sebeple onlara sıkıca sarılıyoruz ve sarılmalıyız.

İngilizlerin, Fransızların girip çıktığı her yerde o sömürge dili konuşulurken, hiç bir yeraltı zenginliği kalmazken; Osmanlı'nın girip çıktığı yerlerde herkes kendi dilini konuşabiliyor, kendi kaynaklarını kullanabiliyordu. Almanya 200.000 mülteciyi almamak için Türkiye'ye siyasi rüşvetler verirken, Türkiye 3 Yıldır sessizce 2 milyon mülteci ağırlıyordu. Devlet ile medeniyet ya da "mesele" arasındaki fark işte bu ve benzeri daha niceleridir.

Özlemimiz bu anlattığımız koca meseleye, Osmanlı'yadır. Osmanlı davranışlarının çoğaltılmasına Kafkaslar'ın, Balkanlar'ın, Orta Doğu'nun, hatta tüm dünyanın; ama en çok da bizim ihtiyacımız vardır.