Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.
Halkın “veli padişah” olarak bildiği II.Bayezid’ın 1467 yılında Amasya’da bir oğlu daha olduğunda, adını Selim koydu. Selim “kötücül olmayan, iyi, tehlikesiz, sakin” anlamlarını taşır. Lakin Sultan Selim’in kulağına ezanı kim okudu, ya da adını doğru fısıldadı mı bilinmez, ona yıllar geçtikçe çevresindekiler “Yavuz” lakabını uygun gördü. Yavuz, selimin aksine “hiddetli, kötü, fena” anlamlarına gelmektedir.
Anlatılan o ki Sultan Selim, Trabzon’da sancakta iken tebdil-i kıyafet İran yurduna gider. Bir derviş kılığında 2-3 ay boyunca satrançta herkesi yenerek nam salar. Zira daha önceden Şah İsmail’in satranca olan merakını duymuş, onun karşısına kadar çıkabilmek için bu yolu seçmiştir. Vehasıl amacına ulaşır ve bir gün Şah kendisini satranç oynamaya çağırır. O güne kadar satrançta hiç yenilmeyen Şah, oyun sırasında “etrafımdakiler belki dostum oldukları için beni yenmezler” minvalinde konuşunca; bizim derviş sultan da o meşhur mühendislik harikası şiirini söyler:
Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol alemde bir dildar olur
Yar olur, ağyar olur, dildar olur, serdar olur.
Şiirin sonunda da mat eden hamlesini yapınca, Şah İsmail hem bu şiire, hem de ilk defa mat olmasına hiddetlenir ve okkalı bir tokat atar, dervişi dışarı attırır. Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail savaş meydanında da ilk kez mat olmuş ovadan kaçarken, Sultan Selim o tokatın öcünü aldığını söyler. Aklı selim bir intikamla.
Hikaye doğru mudur, bir şehzade sancağını bırakıp İran’a gider mi bilinmez lakin bu yavuz-selim meselesine güzel bir örnek olduğu kesin.
Yine Sultan, kendisine selim ismini koyan babasına karşı sert bir hamle yapmış ve onu yavuzca tahtından indirmiştir.
Hayatı da kendisi gibi hızlı ve hararetli geçen bu mübarek adam 8 yıl 8 aylık saltanat süresinin sonuna geldiğinde; devletin sınırları neredeyse iki buçuk kat büyümüş, İpek ve Baharat yolları ele geçirilmiş, hazine kapıları kapanamayacak derecede doldurulmuştu. Ölümünün ardından Kemal Paşazade şöyle söyler:
Şems-i asr idi, asrda şemsün
Zilli memdud olur zamanı kasir
(Asrın güneşiydi, güneşin de ikindi vakti gibiydi; gölgesi çok uzundu, lakin çabucak geçiverdi.)
Fakat Hz.Yavuz’un bize bıraktığı asıl hazine Mısır ilinden getirdiği pahada ağır eşyalar değildi. Yavuz Sultan Selim Han, Efendimiz’in kılıcını, sancağını, hırkasını; hepsinden de önemlisi bu mübarek emanetlere koruma olma vazifesini aldı getirdi. Onun sayesinde bu millet, gerçekten mübarek bir millet oldu ve asırlar boyunca Harameyn’e hizmet etme şerefine erişti.
Onun zamanına kadar halife adına okutulan hutbede asırlardır “hakimül harameyn” ifadesi geçerken, onun adına okunan ilk hutbede Sultan Selim bu ifadeye itiraz etti ve “hadımül harameyn” olarak değiştirdi. Onun ardından da bu millet 400 yıl boyunca Harameyn’e hizmetçi oldu.
Hilafeti, Hz.Ali efendimizden sonra belki de ilk defa gerçek anlamıyla taşıyan kişi oldu. Mukaddes emanetleri İstanbul’a hatimler indirterek getirtti. Ve hatta İstanbul’a vardığında, geceli gündüzlü o dairede Kur’an okunması için; kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere 40 hafız tayin etti. O dairede Kur’an bugüne kadar kesintisiz okundu ve hatta şu an şu dakika da okunmaya devam ediyor.
Yavuz Sultan Selim, Büyük İskender’den başka hiç bir ordunun geçemediği çölü geçerken; kendisine Peygamber Efendimiz’in rehberlik ettiği söylenir. Yine Yavuz Çaldıran’da o gün için büyük bir teknoloji olan “hareketli toplar”la galip gelir. Madde ve mana alemlerinin ikisinde birlikte ileride olan bu adam bizim için çığırlar açan bir örnektir.
Yaptığı seferle tek hamlede Türk ve İslam tarihini birleştiren ve seyirlerini değiştiren bu mübarek adamdır. Zira böylesine bir sefer ve zafer herkese nasip olmaz.
Onun anlatmakla bitmez icraatlarının maddi ve manevi etkileri hala devam ediyor. İsminin bir köprüye verilmesinin dahi tartışıldığı bu günlerde, Hz.Yavuz’un değerini idrak etmek de biz vefasız torunlarına nasip olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder