Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.
Odamda yatağımdayım. Uykuyla uyanıklık arasında annemin sesini duyuyorum. İçerde ablama bir şeyler anlatıyor. Köprü kapatılmış, askerler varmış diyor. Uyanmaya çalışıyorum, anlamaya çalışıyorum. Dün Fransa'da terör olayı oldu, bununla ilgili herhalde diyorum yarım uyanık aklımla. Değilmiş. Anneme soruyorum, anne terör sebebiyle mi diyorum; evet diyor. Değilmiş.
Whatsapp'a bakıyorum, bir sürü mesaj birikmiş. Gruplarda köprü kapatılması konuşuluyor. Terör diyen var, nükleer saldırı diyen var, darbe diyen var. Allah Allah.
Twitter'a bakıyorum. Orası da çok karışık. Bir yandan da kulağım içerde televizyonda. İlk ciddi muhabbeti Turgay Bakırtaş yapıyor ve beni kesinlikle uyandırıyor: "Arkadaşlar bu işin şakası yok, gerçekten de bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız."
Yataktan fırlıyorum. İçerde televizyon açık. O anda Başbakan telefonla bağlanıp konuşuyor. "Bir kalkışma var" diyor. Ben hala inanamıyorum. Arkadaşlarımla konuşuyorum, internete bakıyorum, kendime gelmeye çalışıyorum.
O sırada TRT'ye girmeye çalışan askerlerin haberleri geliyor. TRT'yi açıyoruz dizi var. Biraz sonra hava durumu giriyor. Birkaç kez aynı hava durumu dönüyor. Bir terslik olduğu kesin ama tam olarak ne olduğunu kestiremiyorum. Ve daha sonra bütün Türkiye ile aynı anda durumun ciddiyetini kavrıyorum.
TRT'de bir kadın yüzü kireç gibi bembeyaz, gözleri korku içinde, elleri titreyerek o metni okuyor. Susup donup kalıyoruz. Ayağa kalkıp televizyonun önüne gidiyorum. İçimden küfür ediyorum. Nasıl buna cesaret edebilirler diyorum. Nasıl bunu bize yapabilirler. İçime dolan o dipsiz umutsuzluk her yerimi kaplıyor. Dönüp duruyorum evin içinde. Sokağa çıkma yasağı diyor. Sokağa çıkma. İçimden küfür ediyorum.
Diğer ablamla annem telefonda konuşuyor. Ablam sürekli ağlıyor. Hepimiz bir yerdeyiz, paramız yok, ne yapacağız gibi garip şeyler söylüyor. Moralimiz bir kez daha bozuluyor. Ama yine de onu da teskin etmeye çalışıyoruz.
İlk şoku atlatınca sokağa çıkma fikrini önce anneme söylüyorum çünkü önce onu ikna etmem gerek. Aramızda tek darbe görmüş olan o, o da karşı çıkıyor. Lakin ikna ediyorum. Çıkmamız şart anne diyorum, biz çıkmazsak kim çıkacak, çoluğumuza çocuğumuza anlatamayız. İkna oluyor.
Bir yandan da haber almaya çalışıyorum, çıkarsak nereye gideceğiz diye. Yollar kapalı haberi geliyor. Arabayla çıkmam imkansız gibi. Yaya çıkmaya karar veriyorum, bulursam taksi, varsa metro, yoksa yürüme.
Hemen gidip abdest alıp iki rekat namaz kılıyorum. Ne namazı kıldım bilmiyorum ama niyet kısmını çok uzun tuttuğumu hatırlıyorum. Tekrar içeri giriyorum, Cumhurbaşkanı CNN Türk'e bağlanıyor. Konuşma bitince üzerimi giyiyorum. Telefonumun şarjı çok az, yanıma annemin telefonunu da alıyorum. Öylece evden çıkıyorum.
Bana yakın oturan bir arkadaşımla evimin yakınında buluşuyoruz. Bahçelievler Yayla Camii'nin önündeyiz. Ortalık kalabalık ama ne olduğu belli değil. Taksi arıyoruz duran yok. Bir iki kişi durup almak istiyor bizi ama onlar havalimanına gidiyor. Biz kararımızı verdik Vatan caddesine gidiyoruz.
Koşarak önce İncirli köprüsüne varıp karşıya geçiyoruz. Metrobüs çalışmıyor. E5'te başlıyoruz koşmaya. Bakırköy'den aşağı inerken sala sesleri geliyor. Önce anlamıyorum sonra ablamla telefonda konuşuyorum, saladan sonra sokağa inme çağrısı yapılıyormuş. Kuvvet geliyor daha hızlı koşuyoruz.
Zeytinburnu'na yaklaştığımızda arkamızdan birileri bağırıyor "durun lan durun" diye. Anlamıyoruz koşmaya devam ediyoruz. "Durun polis!" diye bağırıyorlar duruyoruz. Ama kafamda bin tane soru, bir kere bunların cemaatin polisi olup bizi durdurma ihtimalleri var. Ayrıca tipler hiç de polis gibi değil. 10 tane tişörtlü eşofmanlı adam yanımıza geliyor. Ne var birader diyoruz, "polis polis" diyor. Eşofmanına taktığı silahını gösteriyor. Silahın kabzasında Türk bayrağı görünce biraz rahatlıyorum çünkü ülkücü polislerin böyle şeyler kullandığını biliyorum. Üzerimizi arıyorlar, onlar belki bizden daha telaşlılar. Apar topar sokağa çıktıkları belli. Aralarından biri "Mesut abi gelmiş" diyor, hepsi geldikleri istikamete geri gitmeye başlıyorlar. Arada "şerefsizler" falan diye darbe yapanlara dediklerini düşündüğüm şeyler konuşuyorlar. Biz tekrar koşmaya başlıyoruz. İçimden Mesut Komiser'i hatırlayıp gülüyorum.
O arada diğer iki arkadaşımdan haber geliyor, metro çalışıyormuş, bizi Zeytinburnu istasyonunda bekliyorlarmış. Koşarak aldığımız mesafe: Bahçelievler Yayla Camii'nden Zeytinburnu metro.
Metroya giriyoruz, millet turnike kullanmamasına rağmen akbil basıyoruz. Sesli bir şekilde "biz devletimize her şartta akbilimizi basarız" diyorum. Anlamsız olduğunu yeni fark ettiğim bir çıkış. Metro geliyor ama karşı perona geliyor. Biz neden ters perondayız hatırlamıyorum. Koşup vatmana bağırıyor arkadaşım, vatman bizi bekliyor raylardan karşıya geçip metroya iniyoruz.
Haber almaya devam ediyorum. Arkadaşım Vatan caddesinde sorunun çok az olduğunu, Vatan Lisesi'ne bir helikopter askerin indiğini, sonra Çapa Tıp'a girdiklerini anlatıyor. Polisler onları çıkarmak için yardım istemiş. Oraya gideceğiz.
Ulubatlı'da inip koşuyoruz. Koşarken bir arkadaşım daha katılıyor. 4 yıl boyunca liseye giderken her gün yürüdüğüm yolu bambaşka duygularla koşuyorum. Samiha Ayverdi Lisesi'nin önünden geçip o yokuşu tırmanıyoruz. "Sadece Ay'a çiçek göndermeyen" çiçekçinin önünden geçip Çapa'ya varıyoruz. Orada 3 arkadaşımızla daha buluşuyoruz.
Askerler kamyonla oradan kaçmışlar. Sorup soruşturuyoruz Saraçhane'de İBB binası işgal edilmiş. Hemen oraya doğru yola çıkıyoruz. Bu sefer daha kalabalığız. Çapa'dan Aksaray'a doğru yürüyoruz. Karşıdan tek tük gelen arabalara durum soruyoruz. Birisi "orada çatışma var gitmeyin" diyor. Gidiyoruz. O arada ablamla konuşuyorum, Saraçhane kötü diyorlar oraya gitmeyin diyor, tamam abla diyorum. Gidiyoruz. Bir araba daha geliyor içindeki adam bağırıyor "yaralımız var yolu açın, o tarafa gitmeyin". Yolu açıyoruz, gidiyoruz.
Pertevniyal Lisesi'nin köşesini döndüğümüzde burnuma keskin bir barut kokusu geliyor. Silah sesleri geliyor. Daha önce G3 sesi duymuştum, hatta özellikle açıp dinlemiştim ama bu gerçek. Slogan genelde aynı "asker kışlaya". Arkadaşıma eğilip "ulan attığımız sloganın anti-militaristliğine bak" diyorum, gülümsüyoruz. Kol kola yürüyoruz. Bir abi "şimdi dinlendirin sesinizi, askerin duyabileceği yerde bağırırız" diyor. Çok mantıklı. Ama bağırmaya devam ediyoruz.
Saraçhane'ye yaklaştığımızda biber gazını hissediyoruz. Gözlerimiz yanıyor, nefes almakta zorlanıyoruz. Bir abi "elinizi yüzünüze sürmeyin" diyor. Çoktan sürdük bile. Bisikletçilerin çıkışından köşeyi dönüp belediye binasını gördüğümüz an üzerimize ateş açıyorlar. Hayatımda ilk defa siper alıyorum. Mermiler vızır vızır geçiyor. Kendimi bir arabanın altına atıyorum. Bir abi yanına çağırıyor. Belediye binasının etrafındaki yeşillikleri sulamak için açık olan musluğu gösterip elini yüzünü yıka diyor. Yıkıyorum.
Ateş aynen devam ediyor. Kafamızı çıkarmadan toplanıp karşı kaldırıma geçiyoruz. Orada rahat siper alacağımız merdivenlerde duruyoruz. Merdivenlerde ve sokakta siper halinde yattığımız süre ne kadar vallahi hatırlamıyorum. O sürede silah sesi hiç susmadı. Biz aramızda meclisin bombalandığını konuşuyoruz. "İBB Saraçhane'ye gelin" tweetini yazıyorum. Şarjım orada bitiyor.
Aniden bir galeyan sesi duyuyoruz. Kafamızı kaldırıyoruz ve silahların sustuğunu fark ediyoruz. O tarafa koşuyoruz. Yaralı bir asker, polis tarafından hastaneye götürülüyor. Halk linç etmek için uğraşıyor. Polis havaya ateş açıp halkı yarıyor ve götürüyor. Binanın ele geçtiğini anlıyoruz.
Millet binaya hücum ediyor. O sırada yerlere bakıyorum, kanları görüyorum. Saraçhane alt geçidinin camlarındaki mermi izlerini görüyorum. Yakılmış bir askeri kamyon ve onu söndürmek için gelmiş itfaiyeler görüyorum. Ve herkesin mahşeri bir şekilde toplandığı o anda, üniversiteye giderken 5 yıl boyunca her gün geçtiğim yerde hayatımın sonuna kadar unutamayacağım bir şey oluyor.
O kocaman kalabalığın üzerinden bir f16 alçak geçişle sonic patlama yapıyor. Tabii biz bunu çok sonra öğreniyoruz. O an düşündüğümüz: hava kuvvetleri bizi bombalıyor. O sesi duyduğum anda donup kalıyorum. Yüzüm Pertevniyal Lisesi'nin yönüne dönük bir şekilde ayakta duruyorum. Filmlerde görsem "gidip bi yere neden saklanmaz bu adam" diyeceğim sahneyi yaşıyorum. Aklımdan ilk önce eğer bomba atıldıysa yapacak hiç bir şeyimiz olmadığı düşüncesi geçiyor. Daha sonra o büyük kalabalığa bakıyorum. "Birazdan biri korkudan köprüden aşağı atlayacak kesin" diye düşünüyorum. Çünkü öylesine panik oluyor. Arkadaşlarımızla hepimizin farklı bir yere dağıldığını düşünüyorum. İnsanların kaçışması o 1 saniye içinde düşünebilecek her şeyi düşündürüyor bana. Ve hayatımın sonuna kadar kalacak bir korku hatırası bırakıyor.
Toparlanmamız, birbirimizi bulmamız 2 dakika sürüyor. Herkes sağlam, ortada bomba da yok. Galiba Vatan Emniyet'e attılar diyoruz. Aksaray'a inelim, oradan da Emniyet'e geçelim diyoruz. Aşağı iniyoruz.
Daha sonra bomba olmadığını öğreniyoruz. Vatan Emniyet'in sağlam olduğunu görüyoruz. İstanbul iyi durumda ama Ankara kötü diye konuşuyoruz. Bizim gideceğimiz bir yer kalmamış. Çok şükür. Haberleşmek, kendimizi ve telefonumuzu şarj etmek üzere dağılıyoruz.
Günün ilk ışıklarıyla eve giriyorum ve televizyonda Boğaz köprüsünde teslim olan askerleri görüyorum. Önümüzdeki günlerde yerli yersiz gelecek olan ağlama nöbetlerinin ilki o an başlıyor.
Savulun Battal Gazi Geliyor
22 Temmuz 2016 Cuma
29 Nisan 2016 Cuma
Cihan Harbi'nin Ortasında Bir Kahvaltı
Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.
Birinci Cihan Harbi kalbimizde kocaman bir yaradır. Coğrafyamızın birbirinden kritik 8 ayrı cephesinde savaştığımız, hala kapatamadığımız, bazı yerleri kabuk bağlayan, bazı yerleri hala sızlayan bir yara.
Bugün bu koca savaşın içindeki binlerce hikayeden sadece birinin, Kut’ul Amare Zaferi’nin 100.yıldönümü. Artık devletin 1 numarasının bile bahsettiği bu hadise herkesin kulağına gidiyor. İnşallah bu zafer gibi daha binlerce hikaye de yavaş yavaş ortaya çıkarılıp anlatılacak, yeni nesillerin zihinlerine kazınacaktır.
Mesela gün gelecek Cihan Harbi sırasında Tebriz şehrinin kaç kez Osmanlılar ile Ruslar arasında el değiştirdiğini, Osmanlıların bu şehri nasıl aldığını, ardından İran topraklarından geçip Bakü’yü de kuşatıp aldığını ayrıntılarıyla anlatacağız.
Fakat şimdi biz en tepeden, çok bilinenin hiç bilinmeyen hikayesinden bir parça konuşalım. En sevdiğimiz kaybeden Enver Paşa ve Kuşların Şeyhi Eşref Bey’in askeri, siyasi, ama en çok da insani bir muhabbeti.
Umumi Harp sonlara yaklaşmışken Hicaz'dan feci bir haber gelir: Şerif Hüseyin isyan etmiştir. Başkentteki idare takımı bu habere çok şaşırır ancak bir kişi hariç: Kuşçubaşı Eşref Bey. Eşref Bey Osmanlı'nın haber alma teşkilatının başındaki isimdir. Yıllardır cephelerde, olayların içindedir. Hatıralarında ünlü çaşıt Lawrence ile üç kez karşılaşıp konuştuklarını, bunların ikisinden Lawrence’ın haberinin bile olmadığını ifade eder. Yeri gelir bir yolculuğunda 5 kez kılık değiştirir vs.
Dolayısıyla Eşref Bey coğrafyanın nabzını bizzat eliyle tutan bir adamdır. Yaklaşık bir yıldır sık sık aynı zamanda yakın arkadaşı olan Enver Paşa'ya mektuplar yazar. Şerif Hüseyin'in muhakkak isyan edeceğinden, verilen ve alınan sözlerin boşa olduğundan bahseder. Aynı zamanda bu iklimde Anadolu’dan gelen askerlerle değil, aksine çöl Bedevileriyle bir ordu kurulması gerektiğini anlatır. Zira Anadolu’dan gelen askerin masrafı çok, dayanıklılığı azdır. Bir Bedevi hecin süvari ise 15 günlük yiyeceğini ve içeceğini, çadırını ve teçhizatını tek bir devenin sırtında taşıyabilir.
Ancak bütün bu istihbaratlara rağmen merkezden ısrarla red yanıtı alan Eşref Bey, Şerif Hüseyin’in isyan etmesi ve toprakların bir bir elden çıkmaya başlamasıyla Enver Paşa’ya son bir mektup yazar. Mektup belli sınırlar içinde baştan aşağıya sitem doludur. Raporlarındaki ikazlara uyulmadığını, savaşların payitahttan değil çölün kalbinden idare edilmesi gerektiğini söyleyen Eşref Bey, mektubun sonunda istifasını bildirir.
Enver Paşa mektubu alır almaz Eşref Bey’i yanına çağırtır. Gerisini birinci ağızdan, Eşref Bey’in anılarından dinleyelim: “Enver Paşa muntazaman sabah namazı kılardı. Harbin en buhranlı günlerinde bile bu manevi vazifesini terk etmemiştir. İtiyadını bildiğim için sabah erkenden Kuruçeşme’ye gittim. Manzara şuydu: iki kişilik bir kahvaltı, masanın bir ucunda da benim mektubum, bazı satırların altı kırmızı kalemle çizilmiş olarak duruyordu.
Kucaklaştık. Yanmış, habeşleşmiş derime, başımdaki yara izine muhabbetle baktı. Gözleri nemlendi, ‘Eşref, çok yoruldun, çok emek verdin’ dedi. Boğazımda, hayatımda pek ender olarak bir düğüm, bir acı şehkası toplandı. ‘Neye yaradı, işte vatanın bir kısmı elden gidiyor’ diyemedim. Fakat içimden geçeni anladı zannederim.
Kahvaltı sırasında afaki mevzulardan bahsettik. Gözleri zaman zaman mektubuma kayıyordu. Birden sordu: ‘Eşref? Bütün ümidler söndü mü? Arabistan’ı Şerif isyanından kurtarmak için senin şu mektubunda anlattığın fikirlerini tatbik için her şey kayboldu mu? Hiç ümid yok mu?’
Bir çocuk kadar masum ve vereceğim cevapta saadet ya da keder bulacak gibi heyecanla yüzüme bakıyordu. O anda, bütün kırgınlıklarımı unuttum. Bu vatan ne onundu, ne benim. Her karışını ecdad kanı sulamıştı. Bir an durdum, bütün Arabistan o engin çölleri, vahaları, şehirleri, kabileleri, sekenesi ile gözlerimin önünden resmi geçit yaptı. Ve evet, Yemen’de karar kıldı. Oradan, işte yeniden başlama tecrübesi yapabilirdik. O andan gecenin geç saatlerine kadar harita üzerinde teferruatlı bir ‘Son Ümid Planı’ yaptık.
Ayrılırken beni kucakladı. Enver Paşa’yı hiç bir zaman bu kadar heyecanlı görmemiştim. Ondaki bu his bana da sirayet etti. Gözlerinin nemli olduğunu, izahı imkansız bir elemle gördüm. Ne hazindir ki, bu yiğit, kahraman, vatanperver, Balkan Harbi bozgununda manen ve maddeten sarsıntılar içinde politikaya karışmak felaketine düşmüş ordudan; 3 yıl içinde 9 cephede ceddine has ve tarihine yakışır harikalar yaratmış disiplin ve nizam ordusunu kurma yolunda herkesten çok emeği olan, kusurları içinde şahsi çukurları asla bulunmayan temiz insanı, dünya gözüyle bir daha göremeyecektim. Nerden bilebilirdim ki?”
Bir dahaki sefere bu Son Ümid Planı’nı, Hayber’de Türk Cengi’ni, Lawrence ile Kuşçubaşı’nın son karşılaşmasını, Zenci Musa’yı anlatırız inşallah. Ama bugün biraz da Cihan Harbi’nin askeri faaliyetleriyle birlikte bir milletin ve temsilcilerinin ruh halini, gönüllerini düşünelim. Onlarca kaybın içinde bir kazanç, yüzlerce hatanın içinde bir doğru, binlerce ölümün içinde bir yaşam, bunca hengamenin içinde bir kahvaltı bir gönüle vatan sevgisi düşürür belki. Nerden bilebiliriz ki?
5 Şubat 2016 Cuma
Hikaye / Birazdan okuyacaklarınız...
Birazdan okuyacaklarınız, Osmanlı devrinde ticaret sebebiyle Rusya'ya gitmiş bir tüccarın oğlunun anılarıdır. Müellif, bu anıları İstanbul'daki bir arkadaşına dönünce vermek üzere ona hitaben yazmış, günlük şeklinde tutmuştur. Anlattığı süre zarfında gizemli olaylara tanıklık eden yazılar, bir buçuk asrın ardından tevafuklar silsilesi sonucu yayınevimizin eline geçmiştir. Tanıdık bir hikayeyle karşılaşmamız sebebiyle hatıratı sizlerin de ilgisine sunuyoruz. Eser sahibinin ismini gizli tutmak bizim kararımızdır. Kendisine hitaben mektup yazılan İstanbul'daki arkadaşın ismini ise değiştirmeyi uygun bulduk. Tarihler, evrakın aslında rumi takvime göre not düşülmüş olup, tarafımızdan 13 gün 584 yıl hesabıyla miladi takvime çevrilerek yazılmıştır.
Latin harflerine aktaran: Hüseyin Şentürk
Günümüz Türkçesine uyarlayan: Ahmet Kayıklı
12 Mayıs 1866
Sevgili Kardeşim Salih
Yaklaşık bir hafta süren bir deniz yolculuğunun ardından bugün karaya ayak bastık. Babamın anlattığına göre kara yolculuğumuz bir aydan fazla sürecekmiş. Şimdilik bir derdim yok. İstanbul'dan ilk defa bu kadar uzaklaşmama rağmen hala özlemiş değilim.
7 Haziran 1866
Sanırım bir haftalık bir yolumuz kaldı. Ama ben bitmiş bir vaziyetteyim. Arabadan kafamı dahi çıkaramıyorum ki bırak dışarıyı seyredeyim. Şimdiden dönüş yolumun zorluğunu düşünmeye başladım. Geçtiğimiz yerler göz alabildiğine arazi. Çoğu zaman bu arazi buz ve kar kaplı oluyor. Ama başkente gittiğimiz için babam yerleşeceğimiz şehrin gayet kalabalık olduğunu anlattı. O da yolda sürekli fabrikanın hesaplarıyla meşgul. Seni çok özledim. İnşallah keyfin yerindedir.
25 Haziran 1866
Sevgili Kardeşim
Dün akşamüzeri Petersburg'a vardık. O kadar kuzeye gittik ki daha yukarıda ne var düşünemiyorum.
Burası Neva nehri üzerinde bulunan kırktan fazla adanın oluşturduğu bir şehir. Her sokakta olmasa da her caddede bir köprü var diyebilirim. İnanamazsın ama bu aylar bu kadar kuzeyde olmasına rağmen çok sıcak geçermiş. Bu günlerde hava bunaltıcı derece güneşli.
28 Haziran 1866
Sevgili Kardeşim
Burada gece diye bir şey yok. Nasıl yok diyeceksin, dinle. Bu mevsimin huyu böyleymiş; fazlaca kuzeyde olduğumuzdan yalnızca birkaç saatliğine karanlık oluyor. Geri kalan saatler güneş neredeyse batmıyor. Bizdeki sabah namazı vaktiyle güneşin doğduğu ilk vakitler arasına benzer beyazlıkta geceler var.
Oturduğumuz otel şehrin gayet muntazam bir yerinde. Lakin babamın fabrikasını kurmaya başladığı semt son derece pis. Her yerde sokaktan birkaç basamakla inilen meyhaneler var. Hele böylesine sıcak bir havada bu sokakların kokusu çekilmez hale geliyor. Fakat babam işi öğrenmem için beni muhakkak her gün götürüyor oralara. Fatih'teki lise günlerimizden beri hiç bu kadar ayrı kalmamıştık galiba. Gözümde tütüyorsun.
1 Temmuz 1866
Yapacak bir işim olmadığından fazlaca sıkılmaya başladım. Gündüzlerimi bu kötü semtte insanları izleyerek geçiriyorum. Çok az Rusça anlamaya başladım. Bugün bir adam dikkatimi çekti. Normalde buradaki insanların hepsinin giyimi tabi bana yabancı. En fazla Beyoğlu'ndakilere benzetebiliyorum. Fakat bu adam burada bile ilgimi çekti. Çok farklı, yüksek ve yuvarlak bir şapkası vardı. Bayram panayırlarında gayrimüslim hokkabazların giydiği şapkalara benziyordu. Tam onu ve şapkasını düşünürken birden başka bir adam ona doğru bağırdı. Anlayamadım fakat genç adam o sırada elini istemeden şapkasına götürdü.
2 Temmuz 1866
Bu garip genci bugün de gördüm. Şapkası her yerden tanınıyor. Üstü başı eski, şapkası üstüne başına garip gelecek derecede lüks. Bahsettiğim gibi bilinçsiz halde yürüyor, insanlara çarpıp duruyor. İlginç bir yakınlık hissediyorum bu adama.
3 Temmuz 1866
Kardeşim
Artık neredeyse sadece bu garip adamı görmek için bekliyorum fabrika yerimizin olduğu sokakta. Bugün akşama doğru yine gördüm onu. Kendi kendine neredeyse bağırarak konuşuyor. Yürürken insanlar dönüp ona bakıyorlar fakat o hiçbir şeyin farkında değil. Ben de yavaş yavaş Rus gazetelerini okumaya ve tek-tük konuşmaları anlamaya başladım. Fakat yine de bu garip yerde yegane ilgimi çeken husus şapkalı genç.
5 Temmuz 1866
Bugün çok ilginç şeyler oldu. Kafam allak bullak. Petersburg'da şöyle bir sistem var: insanlar ellerindeki değerli sayılabilecek eşyaları birine para karşılığı bırakıyorlar. Daha sonra bir ay içinde aldıkları paranın yaklaşık yüzde beş oranında faizli olarak fazlasını verip mallarını bu insanlardan geri alıyorlar. Bizim Galata'daki bankerlere benzetebilirsin. Anlayacağın acil paraya sıkışanların başvurduğu bir yol.
Akşam alafranga saatle yedi buçuk civarlarında bizim şapkalı adamı yine gördüm. Bu kez farklı bir sokaktan geçti lakin köşebaşından fark ettim. Nasıl etmeyeyim, sabahtan akşama kadar gözlerimle onu arıyorum neredeyse. Katerina kanalının üzerindeki köprüden geçti gitti. Her gün olduğu gibi dalgın da değildi. Tam tersi gözleri şimşek saçar gibi etrafını kontrol ederek gidiyordu.
Daha da garibi şu. Semtte bir samanpazarı, onun karşısındaki meydanın sonunda ise koca bir han var. 4 katlı bu hanın içinde kiralık odalar, terziler, mağazalar, evler var. En üst katında da az önce bizim bankerlere benzettiğim işi yapan bir rehinci varmış, bugün öğrendim. Yaşlı bir kocakarı olan bu rehinci akşam saatlerinde kızkardeşi ile birlikte ölü bulunmuş. Hem de kafalarını bir baltayla parçalamışlar. Birkaç da değerli eşya almışlar. Haberi duyar duymaz aklıma bizim garip şapkalı genç geldi.
6 Temmuz 1866
Sevgili Kardeşim Salih
Kusura bakma buradaki durumumu çok anlatamıyorum ama günlerim ilginç bir adam ve ilginç bir olayın peşinden gitmekle geçiyor. Dünkü rehinci ve kızkardeşinin ölümüyle ilgili iki kişiyi tutuklamışlar. Kapının açılmasını isteyen ve olayı kapıcıya bildiren iki kişiymiş bunlar. Saçma. Benim olağan şüphelim şapkalı genç ise görünmeyecek sandığım bir sırada yine ortaya çıktı.
Sürekli onu aramama rağmen bir tesadüf eseri denk geldim bugün ona. Nikolayev köprüsünün üzerinde gezinirken birden bağırış çağırış ve at kişnemeleri duydum. Arabacının biri yoldakilere bağırıyordu. Oraya bakınca bizim oğlanı gördüm. Genç adam efsunlanmış gibi hiç bir şey duymaz halde neredeyse atların altında kalacaktı ki arabacı kırbacını sırtına vurdu. Bizimki sinirle sırtını sıvazlarken araba geçip gitti. Arkasından yaşlı bir kadın oğlana biraz para verdi. Burada bazı dilenciler sakatlanma tazminatı alabilmek için kendilerini arabaların önüne atıyorlar, sanırım öyle bir durum sandı. Fakat genç adam bir süre anlamsız durduktan sonra parayı suya fırlattı.
Korkuyorum lakin sanırım tefeci kadını ve kardeşini bu genç adam öldürdü. Garip bir his var içimde.
10 Temmuz 1866
Tam 5 gündür şapkalı genç adamdan haber yok. Ona dair şüphelerimi kimseye söyleyemiyorum. Hem ne söyleyeceğim ki? Aslında burada bize yardımcı olan bir Selim var. 3 yıldır Petersburg'da yaşıyormuş, geçen sene de bir Rus hanımla evlenmiş. Arada akşamları onunla konuşuyorum. Bahsettiğim genci ona da anlattım, Nikolayev köprüsündeki olaya Selim de şahit olmuş iyi mi? Çocuğu sima olarak tanıdığını lakin adını bilmediğini söyledi. Rica ettim soruşturacakmış.
Bu arada cinayet olayıyla alakalı ilk gün tutukladıkları iki kişiyi serbest bırakıp başka iki kişiyi tutukladılar dün. Bunlar da cinayet işlenen odanın alt katında çalışan boyacılarmış. Galiba çalınan eşyalardan biri onların katında bulunmuş. Bence bu da asılsız çıkacak. Bizim katil zanlısı belki de çoktan Sibirya'ya kaçtı.
11 Temmuz 1866
Salih
Bugün yine acayip ucube şeyler yaşandı. Dinle. Bizim şapkalı genç meğer kaçmamış, bugün ona rast geldim. Fakat üstü başı tamamen yenilenmiş, şapkası da sıradan bir şapka olmuş. Buranın parasıyla yaklaşık 15 ruble edecek bir kıyafet değişikliği bu, bazılarının bir aylık maaşlarından dahi fazla. Şüpheden aklımı kaybedeceğim. Onu Samanpazarı'nda görür görmez başladım takip etmeye. Ama bir yandan da inanılmaz korkuyorum, katil olduğuna inandıüın bir adamı izlemek akıllıca mı?
Sakince yürümeye başladı. Fiziki olarak dalgın ya da çok dikkatli değildi. Bir sokak şarkıcısının önünde durup bir müddet onları izledi. Bu sırada yanındaki yaşlı adama neşeli bir şeyler söyledi ama ne söylediyse yaşlı adam korkup karşı kaldırıma geçti. Genç de birkaç kuruş metelik çıkardı cebinden ve şarkıcının eline tutuşturdu. Ardından arkasını dönüp gitmek üzereydi ki döner dönmez bana baktı.
Öyle bir bakıştı ki bu sanki alelade bir göz göze gelmek değil de benim orda durduğumu, günlerdir onu izlediğimi ve cinayet için uğrun uğrun ondan şüphelendiğimi biliyormuş gibiydi. Yaklaşık 10 saniye bakıştık, şaşkınlıktan gözlerimi ayıramadım ondan. Ateş saçıyordu, hastalıklı bir insanın yorgun ama öfkeli bakışlarıydı. Şu an bunları yazarken bile tüylerim ürperiyor, düşün ki o an nasıldım.
Bu kısa bakışmadan sonra yürüdü gitti genç adam, ben de anında ters istikamette bizim fabrikanın yolunu tuttum. Vallahi adamakıllı korktum. Sence bu adamı ihbar etmeli miyim?
12 Temmuz 1866
Bugün Selim geldi. Bahsettiğim çocuk hakkında baya bir şey öğrenmiş. Çocuk Selim'in hanımının eski mahallesinde bir odada kiracıymış. Hukuk tahsil ediyormuş lakin son aylarda parasızlıktan bırakmış. 23 yaşında, kaldığı odanın dahi parasını veremeyen bir delikanlıymış. Fakat son gördüğümde iyice giyinmiş, üstü başı düzelmişti; gömü mü buldu acaba?
Son olarak da adını söyledi. İnşallah doğru yazıyorumdur çünkü bizim harflerimizle Rusların harfleri çok ama çok farklı. Yaşlı kadının cinayetinden şüphelenip takip ettiğim, dün de sanki bütün bu takipten haberi varmış gibi gözlerimin tam içine bakan bu çocuğun adı: Rodion Romanoviç Raskolnikov.
Latin harflerine aktaran: Hüseyin Şentürk
Günümüz Türkçesine uyarlayan: Ahmet Kayıklı
12 Mayıs 1866
Sevgili Kardeşim Salih
Yaklaşık bir hafta süren bir deniz yolculuğunun ardından bugün karaya ayak bastık. Babamın anlattığına göre kara yolculuğumuz bir aydan fazla sürecekmiş. Şimdilik bir derdim yok. İstanbul'dan ilk defa bu kadar uzaklaşmama rağmen hala özlemiş değilim.
7 Haziran 1866
Sanırım bir haftalık bir yolumuz kaldı. Ama ben bitmiş bir vaziyetteyim. Arabadan kafamı dahi çıkaramıyorum ki bırak dışarıyı seyredeyim. Şimdiden dönüş yolumun zorluğunu düşünmeye başladım. Geçtiğimiz yerler göz alabildiğine arazi. Çoğu zaman bu arazi buz ve kar kaplı oluyor. Ama başkente gittiğimiz için babam yerleşeceğimiz şehrin gayet kalabalık olduğunu anlattı. O da yolda sürekli fabrikanın hesaplarıyla meşgul. Seni çok özledim. İnşallah keyfin yerindedir.
25 Haziran 1866
Sevgili Kardeşim
Dün akşamüzeri Petersburg'a vardık. O kadar kuzeye gittik ki daha yukarıda ne var düşünemiyorum.
Burası Neva nehri üzerinde bulunan kırktan fazla adanın oluşturduğu bir şehir. Her sokakta olmasa da her caddede bir köprü var diyebilirim. İnanamazsın ama bu aylar bu kadar kuzeyde olmasına rağmen çok sıcak geçermiş. Bu günlerde hava bunaltıcı derece güneşli.
28 Haziran 1866
Sevgili Kardeşim
Burada gece diye bir şey yok. Nasıl yok diyeceksin, dinle. Bu mevsimin huyu böyleymiş; fazlaca kuzeyde olduğumuzdan yalnızca birkaç saatliğine karanlık oluyor. Geri kalan saatler güneş neredeyse batmıyor. Bizdeki sabah namazı vaktiyle güneşin doğduğu ilk vakitler arasına benzer beyazlıkta geceler var.
Oturduğumuz otel şehrin gayet muntazam bir yerinde. Lakin babamın fabrikasını kurmaya başladığı semt son derece pis. Her yerde sokaktan birkaç basamakla inilen meyhaneler var. Hele böylesine sıcak bir havada bu sokakların kokusu çekilmez hale geliyor. Fakat babam işi öğrenmem için beni muhakkak her gün götürüyor oralara. Fatih'teki lise günlerimizden beri hiç bu kadar ayrı kalmamıştık galiba. Gözümde tütüyorsun.
1 Temmuz 1866
Yapacak bir işim olmadığından fazlaca sıkılmaya başladım. Gündüzlerimi bu kötü semtte insanları izleyerek geçiriyorum. Çok az Rusça anlamaya başladım. Bugün bir adam dikkatimi çekti. Normalde buradaki insanların hepsinin giyimi tabi bana yabancı. En fazla Beyoğlu'ndakilere benzetebiliyorum. Fakat bu adam burada bile ilgimi çekti. Çok farklı, yüksek ve yuvarlak bir şapkası vardı. Bayram panayırlarında gayrimüslim hokkabazların giydiği şapkalara benziyordu. Tam onu ve şapkasını düşünürken birden başka bir adam ona doğru bağırdı. Anlayamadım fakat genç adam o sırada elini istemeden şapkasına götürdü.
2 Temmuz 1866
Bu garip genci bugün de gördüm. Şapkası her yerden tanınıyor. Üstü başı eski, şapkası üstüne başına garip gelecek derecede lüks. Bahsettiğim gibi bilinçsiz halde yürüyor, insanlara çarpıp duruyor. İlginç bir yakınlık hissediyorum bu adama.
3 Temmuz 1866
Kardeşim
Artık neredeyse sadece bu garip adamı görmek için bekliyorum fabrika yerimizin olduğu sokakta. Bugün akşama doğru yine gördüm onu. Kendi kendine neredeyse bağırarak konuşuyor. Yürürken insanlar dönüp ona bakıyorlar fakat o hiçbir şeyin farkında değil. Ben de yavaş yavaş Rus gazetelerini okumaya ve tek-tük konuşmaları anlamaya başladım. Fakat yine de bu garip yerde yegane ilgimi çeken husus şapkalı genç.
5 Temmuz 1866
Bugün çok ilginç şeyler oldu. Kafam allak bullak. Petersburg'da şöyle bir sistem var: insanlar ellerindeki değerli sayılabilecek eşyaları birine para karşılığı bırakıyorlar. Daha sonra bir ay içinde aldıkları paranın yaklaşık yüzde beş oranında faizli olarak fazlasını verip mallarını bu insanlardan geri alıyorlar. Bizim Galata'daki bankerlere benzetebilirsin. Anlayacağın acil paraya sıkışanların başvurduğu bir yol.
Akşam alafranga saatle yedi buçuk civarlarında bizim şapkalı adamı yine gördüm. Bu kez farklı bir sokaktan geçti lakin köşebaşından fark ettim. Nasıl etmeyeyim, sabahtan akşama kadar gözlerimle onu arıyorum neredeyse. Katerina kanalının üzerindeki köprüden geçti gitti. Her gün olduğu gibi dalgın da değildi. Tam tersi gözleri şimşek saçar gibi etrafını kontrol ederek gidiyordu.
Daha da garibi şu. Semtte bir samanpazarı, onun karşısındaki meydanın sonunda ise koca bir han var. 4 katlı bu hanın içinde kiralık odalar, terziler, mağazalar, evler var. En üst katında da az önce bizim bankerlere benzettiğim işi yapan bir rehinci varmış, bugün öğrendim. Yaşlı bir kocakarı olan bu rehinci akşam saatlerinde kızkardeşi ile birlikte ölü bulunmuş. Hem de kafalarını bir baltayla parçalamışlar. Birkaç da değerli eşya almışlar. Haberi duyar duymaz aklıma bizim garip şapkalı genç geldi.
6 Temmuz 1866
Sevgili Kardeşim Salih
Kusura bakma buradaki durumumu çok anlatamıyorum ama günlerim ilginç bir adam ve ilginç bir olayın peşinden gitmekle geçiyor. Dünkü rehinci ve kızkardeşinin ölümüyle ilgili iki kişiyi tutuklamışlar. Kapının açılmasını isteyen ve olayı kapıcıya bildiren iki kişiymiş bunlar. Saçma. Benim olağan şüphelim şapkalı genç ise görünmeyecek sandığım bir sırada yine ortaya çıktı.
Sürekli onu aramama rağmen bir tesadüf eseri denk geldim bugün ona. Nikolayev köprüsünün üzerinde gezinirken birden bağırış çağırış ve at kişnemeleri duydum. Arabacının biri yoldakilere bağırıyordu. Oraya bakınca bizim oğlanı gördüm. Genç adam efsunlanmış gibi hiç bir şey duymaz halde neredeyse atların altında kalacaktı ki arabacı kırbacını sırtına vurdu. Bizimki sinirle sırtını sıvazlarken araba geçip gitti. Arkasından yaşlı bir kadın oğlana biraz para verdi. Burada bazı dilenciler sakatlanma tazminatı alabilmek için kendilerini arabaların önüne atıyorlar, sanırım öyle bir durum sandı. Fakat genç adam bir süre anlamsız durduktan sonra parayı suya fırlattı.
Korkuyorum lakin sanırım tefeci kadını ve kardeşini bu genç adam öldürdü. Garip bir his var içimde.
10 Temmuz 1866
Tam 5 gündür şapkalı genç adamdan haber yok. Ona dair şüphelerimi kimseye söyleyemiyorum. Hem ne söyleyeceğim ki? Aslında burada bize yardımcı olan bir Selim var. 3 yıldır Petersburg'da yaşıyormuş, geçen sene de bir Rus hanımla evlenmiş. Arada akşamları onunla konuşuyorum. Bahsettiğim genci ona da anlattım, Nikolayev köprüsündeki olaya Selim de şahit olmuş iyi mi? Çocuğu sima olarak tanıdığını lakin adını bilmediğini söyledi. Rica ettim soruşturacakmış.
Bu arada cinayet olayıyla alakalı ilk gün tutukladıkları iki kişiyi serbest bırakıp başka iki kişiyi tutukladılar dün. Bunlar da cinayet işlenen odanın alt katında çalışan boyacılarmış. Galiba çalınan eşyalardan biri onların katında bulunmuş. Bence bu da asılsız çıkacak. Bizim katil zanlısı belki de çoktan Sibirya'ya kaçtı.
11 Temmuz 1866
Salih
Bugün yine acayip ucube şeyler yaşandı. Dinle. Bizim şapkalı genç meğer kaçmamış, bugün ona rast geldim. Fakat üstü başı tamamen yenilenmiş, şapkası da sıradan bir şapka olmuş. Buranın parasıyla yaklaşık 15 ruble edecek bir kıyafet değişikliği bu, bazılarının bir aylık maaşlarından dahi fazla. Şüpheden aklımı kaybedeceğim. Onu Samanpazarı'nda görür görmez başladım takip etmeye. Ama bir yandan da inanılmaz korkuyorum, katil olduğuna inandıüın bir adamı izlemek akıllıca mı?
Sakince yürümeye başladı. Fiziki olarak dalgın ya da çok dikkatli değildi. Bir sokak şarkıcısının önünde durup bir müddet onları izledi. Bu sırada yanındaki yaşlı adama neşeli bir şeyler söyledi ama ne söylediyse yaşlı adam korkup karşı kaldırıma geçti. Genç de birkaç kuruş metelik çıkardı cebinden ve şarkıcının eline tutuşturdu. Ardından arkasını dönüp gitmek üzereydi ki döner dönmez bana baktı.
Öyle bir bakıştı ki bu sanki alelade bir göz göze gelmek değil de benim orda durduğumu, günlerdir onu izlediğimi ve cinayet için uğrun uğrun ondan şüphelendiğimi biliyormuş gibiydi. Yaklaşık 10 saniye bakıştık, şaşkınlıktan gözlerimi ayıramadım ondan. Ateş saçıyordu, hastalıklı bir insanın yorgun ama öfkeli bakışlarıydı. Şu an bunları yazarken bile tüylerim ürperiyor, düşün ki o an nasıldım.
Bu kısa bakışmadan sonra yürüdü gitti genç adam, ben de anında ters istikamette bizim fabrikanın yolunu tuttum. Vallahi adamakıllı korktum. Sence bu adamı ihbar etmeli miyim?
12 Temmuz 1866
Bugün Selim geldi. Bahsettiğim çocuk hakkında baya bir şey öğrenmiş. Çocuk Selim'in hanımının eski mahallesinde bir odada kiracıymış. Hukuk tahsil ediyormuş lakin son aylarda parasızlıktan bırakmış. 23 yaşında, kaldığı odanın dahi parasını veremeyen bir delikanlıymış. Fakat son gördüğümde iyice giyinmiş, üstü başı düzelmişti; gömü mü buldu acaba?
Son olarak da adını söyledi. İnşallah doğru yazıyorumdur çünkü bizim harflerimizle Rusların harfleri çok ama çok farklı. Yaşlı kadının cinayetinden şüphelenip takip ettiğim, dün de sanki bütün bu takipten haberi varmış gibi gözlerimin tam içine bakan bu çocuğun adı: Rodion Romanoviç Raskolnikov.
25 Ocak 2016 Pazartesi
Bir Portre Denemesi: Mehmed Ragif
Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.
Fatih Sarıgüzel'de kara gözlü bir bebek doğduğunda babası ona Ragif ismini vermişti. Düşüncesi şu idi: bu isim ebcede vurulduğunda ortaya çıkan sayı sayesinde oğlunun doğduğu yıl unutulmayacaktı. Ama Ragif'i insanlar Akif'in yanlış okunuşu sandılar ve isim Akif olarak kaldı. Hesap tutmamıştı, Ragif unutulmuş lakin doğum tarihi unutulmamıştı. 1290.
Baba Tahir Efendi her sabah kalkıyor, küçük çocuklarını(Akif ve kızkardeşi Nuriye) elleriyle yıkıyor, sahleplerini pişirip içiriyor ve mekteplerine gönderiyordu. Oturdukları mahallede Akif'in babası Temiz Tahir Efendi diye anılıyordu. Bu özellik oğluna da geçti. Akif her sabah soğuk suyla yıkanmaya, insanların diş ve tırnaklarına dikkat etmeye alıştı.
Babasıyla annesi arasında Selanik'ten tanıdık bir kavga vardı: Akif hangi okula gidecek? Annesi Emine Şerife Hanım rüşdiyeye kadar okuduğu mektepleri yeterli buluyor, artık sarık sarmalı, medreseye gitmeli diyordu. Baba Tahir Efendi kendi de sarıklıydı zaten ve son sözü söylüyordu; medresede okuyacağı şeyleri ben evimde öğretirim.
Akif mülkiye İdadisi'nden mezun oldu. Arkasından Baytar Mektebi'ni de bitirdi, hem de birinci olarak. Ardından da annesini teskin için sakal bıraktı. Emine Şerife Hanım oğlunu dünya gözüyle sarıklı göremeyecekti. Lakin Akif sarığa daima hicran duyardı. Hayri Efendi şeyhülislam olup sarık sarınca arkadaşı Mithat Cemal'e şöyle diyecekti: "Bak, sarık ne güzel şey, Hayri Efendi'ye ne kadar yaraştı."
Bir derdi de fesleydi. Kapalı ortamlarda muhakkak fesini çıkarıyordu. Mısır'a gittiği zamanlarda da ona "ya havage" diyorlar, bundan çok rahatsız oluyordu. Çünkü bu tabir Mısır'da Hıristiyan demekti. Kendisi anlatıyor: "Mısırlılar niçin beni böyle çağırıyorlar diye düşündüm. Sonra anladım ki fesli sakallı olduğum için."
İdadi'ye devam ettiği zamanlar bir gün eve zeytin yağı içinde geliyor ve annesi dehşete düşüyordu: "Aman Ya Rabbi! Yoksa güreşiyor musun?" Yarıçıplak güreşme fikri Emine Şerife Hanım'ı iyice korkutuyordu. Ama Akif'in içi rahattı. Mahallenin namuslu ve Müslüman pehlivanı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan ders alıyordu.
Sporcu bir karakteri, sağlam ve heybetli bir cüssesi vardı. Mektep arkadaşı Ali Rıza Ügur diyor ki: "o denizi gördü mü, biz de onun yüzdüğünü görürdük." Boğazı yüzerek geçebiliyordu. Yürümek onun için sabahtan akşama kadar yapılabilir bir şeydi. Arkadaşları Edirne'ye gidelim dediğinde hadi diyordu: şurası Çekmece, arkası da Edirne, yürüyelim.
Babası ölünce 36 kuruş aylık bağlandı. O günlerde nasıl didindiğini Akif anlatıyor:
Ben de bilmem ne sabahıydı çıkıp lanemden
Daneçin olmak için sa'yi sefilanemden
Dağa koştum, çöle koştum, tepelerden indim
Geç vakit, neyse bulup, kuytuca bir yere sindim
Bir gün Ispartalı Hakkı genç Akif'e kızıyor. Sen böyle gidersen ancak bir Muallim Naci olursun, Fransızca öğren diyor. Arkasından da anlatıyor:"Akif bu sözüme yarım saat kızdı, fakat sonra yedi sene çalıştı. Şimdi en güç Fransız muharrirlerini okuyor, hatta en uzunlarını bile."
Fakat bu sakallı adama kimse Fransızca'yı yakıştıramıyor. Bir gün Quo Vadis'in Fransızca tercümesini okurken Cenap Şehabettin tesadüf ediyor. Yumruğunu burnuna götürerek şaşırıyor: "Quo Vadis'i okuyorsunuz! Fransızcasını. Siz?"
6 ayda ezberlediği Kur'an ile hatimle teravih kıldırıyor, fakat her zaman cemaat bulamıyor. Oğlu Tahir'in önüne geçip imam oluyor. "Bazen arkamı dönüyorum o da kaçmış." diyordu.
1313 yılında Akif her gün Fatih'te Şekerci Hanı'na gidiyor. Çünkü Neyzen Tevfik bu handa oturuyor ve Akif ondan ney öğreniyor. Fakat üç ay sonra pes ediyor:
Heyhat! söndü şevkim şevkimle ben de söndüm
Hanlarda sürte sürte aşık garibe döndüm.
Mektebi bitirdikten sonra baytar olarak Şam'a gidip orduya at seçiyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak müslüman azınlıklara cihadı anlatmak için Avrupa'ya gidiyor.
Viyana'da bir akşam kilise çanları çalıyor, halk ellerinde mumlarla bir şeyler kutluyor. Mehmed Akif "Müttefikimiz galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar" diye aşağıya inip birine soruyor. Bir Viyanalı cevap veriyor: "Zafer de söz mü, İngilizler Müslümanlar'dan Kudüs'ü aldı. Mukaddes şehir hilalden kurtuldu haça kavuştu." Mehmed Akif "milletim nev-i beşer, vatanım ruy-i zemin" diyenlere bu hikayeyle kızardı. "Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır ne ruyi zeminimiz! Avrupa'nın nev-i beşerinde ben yoksam, benim nev-i beşerimde de o yoktur." diyordu.
Batı'yı görüp memlekete dönünce karakteri değiştirenlere de sert tepkiliydi. Vaktiyle sarıklı bir adam Avrupa'ya tahsile gitmiş, döndüğünde kibirli bir tavır takınmış, sarığı da atmıştı. Bir gün Ali Şevki Hoca'nın evinde muhabbetin gittiği yere dayanamayan Mehmed Akif şöyle demişti: "Siz, insanlara eskiden Fatih minaresinden bakardınız, şimdi Eyfel kulesinden bakıyorsunuz."
İlk mecliste mebus olduğu sürede neredeyse hiç konuşmuyor. Zabıtlarda sadece birkaç kelimesi var. "Ben dört sene susacak kadar bir şey bilmiyordum." diyor. Ezbere bildiği halde toplantılarda kendi şiirlerini bir kağıda bakarak okuyormuş gibi yapan Mehmed Akif, elbette İstiklal Marşı'nı da mecliste kendisi okumuyor. Hamdullah Suphi kürsüden marşı okuduğunda mebuslar tekrar istediklerini haykırıyorlardı. Toplamda bütün meclis marşı ayakta tam dört kere dinliyordu.
Mithat Cemal anlatıyor: "O ömründe bir tek defa, tek bir saadete vukuundan evvel inandı; İstiklal zaferine:
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk'ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu sefer nasıl inandın dedim, 'Başımızdaki adamı kim görse inanırdı' dedi."
Cumhuriyet devri başlamadan Ankara'da "Arap Akif" "mürteci Akif" gibi lakaplar takılmıştır bile kendisine. Yavaş yavaş ihtilal havası hissedilir. Akif sağlık sorunlarını bahane edip önce mebusluktan istifa eder. Bir gün yakın arkadaşı Ali Şükrü Bey ortadan kaybolur. Ardından bu işi, o zamanlar inkılapları yapan ekibin tetikçisi olan Topal Osman'ın yaptığı anlaşılır. Akif artık devrin değiştiğini fark eder ve kışlarını Mısır'da geçirmeye başlar.
1926 kışından itibaren temelli Mısır'da yaşamaya karar verir. Oradayken de mektuplarında arkasından cumhuriyetin polis hafiyesi gezdirdiğinden yakınır. Yine rahat değildir.
Yaklaşık 10 yıl Mısır'da yaşar. Bu sürede Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, kendisinden Kur'an meali yapması istenilmiştir. Mehmed Akif önceleri kabul etmez fakat daha sonra bir sözleşme imzalar. Meal maddi olarak bitmiş fakat Akif'in gözünde asla bitmemiştir. Ona göre "Kur'an tercüme etmek için bir insan ya çok alim olmalıydı, ya da çok cahil."
Öncelikle kerim kitabı asla tam olarak tercüme edemediğine inanıyordu. Sürekli bitmiş tercümenin üzerinde değişiklikler yapıyordu. Ardından da tercüme bitse bile teslim edilmesi konusunda endişeliydi. 1936 senesinde vatanında ölmek istediği için geri geliyor ve Mısır apartmanında birkaç aylık hasta yatağına yerleşiyordu. O yatakta iken gazeteci Hakkı Tahir'e şunları söyledi: "Kur'an tercümesini Mısır'da birine bıraktım(Yozgatlı İhsan Efendi-Ekmeleddin İhsanoğlu'nun babası). Sağsalim dönersem bana geri verecek, dönemezsem de yakmasını vasiyet ettim." Geri dönemedi.
Ayrıca bir endişesi de cumhuriyet ile alakalıydı. Türkçe ezan konusundan ve harf inkılabından son derece rahatsızdı. Kur'an mealinin camilerde Türkçe namaz kılınmasına alet edilmesini istemiyordu.
Velhasıl Mehmed Akif, 27 Aralık 1936 tarihinde Beyoğlu Mısır Apartmanı'nda vefat etti. İstanbul'a "ölmeye geldiğini" biliyordu ama tesellisi de vardı. Bunu söyleyen doktorlara "Peygamber Efendimiz'in öldüğü yaşta öleceğim o halde" diyordu. Öyle de oldu. 63.
Hep yazmak istediği iki manzume vardı. Ancak ikisi için de önce seyahat etmesi gerekiyordu. Biri için İspanya'ya gidip Elhamra'yı görmek ve onu yazmak istiyordu. Ve neredeyse 10 yıl tasarladığı manzume: "Mekke'ye gideceğim, ilk ayetin nazil olduğu Hira mağarasını göreceğim, bu şiirime mukaddime olacak ve manzumemde Peygamber Efendimiz'in bütün hayatını yazacağım, sonra da son hutbesini."
Bir portre çıkarmak istesek de beceremeyeceğimizi bildiğimizden ancak bir denemedir bu. Nasıl ki Akif'in meali onun gözünde hiç bitemediyse, bu portre de bizim gözümüzde hep eksik kalacaktır. Lakin gücümüz yettikçe bu yiğit adamı anlatmaya devam edeceğiz. O, dini vatanla bir etmiş; temiz, şair bir pehlivandı. Allah ondan razı olsun.
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.
Fatih Sarıgüzel'de kara gözlü bir bebek doğduğunda babası ona Ragif ismini vermişti. Düşüncesi şu idi: bu isim ebcede vurulduğunda ortaya çıkan sayı sayesinde oğlunun doğduğu yıl unutulmayacaktı. Ama Ragif'i insanlar Akif'in yanlış okunuşu sandılar ve isim Akif olarak kaldı. Hesap tutmamıştı, Ragif unutulmuş lakin doğum tarihi unutulmamıştı. 1290.
Baba Tahir Efendi her sabah kalkıyor, küçük çocuklarını(Akif ve kızkardeşi Nuriye) elleriyle yıkıyor, sahleplerini pişirip içiriyor ve mekteplerine gönderiyordu. Oturdukları mahallede Akif'in babası Temiz Tahir Efendi diye anılıyordu. Bu özellik oğluna da geçti. Akif her sabah soğuk suyla yıkanmaya, insanların diş ve tırnaklarına dikkat etmeye alıştı.
Babasıyla annesi arasında Selanik'ten tanıdık bir kavga vardı: Akif hangi okula gidecek? Annesi Emine Şerife Hanım rüşdiyeye kadar okuduğu mektepleri yeterli buluyor, artık sarık sarmalı, medreseye gitmeli diyordu. Baba Tahir Efendi kendi de sarıklıydı zaten ve son sözü söylüyordu; medresede okuyacağı şeyleri ben evimde öğretirim.
Akif mülkiye İdadisi'nden mezun oldu. Arkasından Baytar Mektebi'ni de bitirdi, hem de birinci olarak. Ardından da annesini teskin için sakal bıraktı. Emine Şerife Hanım oğlunu dünya gözüyle sarıklı göremeyecekti. Lakin Akif sarığa daima hicran duyardı. Hayri Efendi şeyhülislam olup sarık sarınca arkadaşı Mithat Cemal'e şöyle diyecekti: "Bak, sarık ne güzel şey, Hayri Efendi'ye ne kadar yaraştı."
Bir derdi de fesleydi. Kapalı ortamlarda muhakkak fesini çıkarıyordu. Mısır'a gittiği zamanlarda da ona "ya havage" diyorlar, bundan çok rahatsız oluyordu. Çünkü bu tabir Mısır'da Hıristiyan demekti. Kendisi anlatıyor: "Mısırlılar niçin beni böyle çağırıyorlar diye düşündüm. Sonra anladım ki fesli sakallı olduğum için."
İdadi'ye devam ettiği zamanlar bir gün eve zeytin yağı içinde geliyor ve annesi dehşete düşüyordu: "Aman Ya Rabbi! Yoksa güreşiyor musun?" Yarıçıplak güreşme fikri Emine Şerife Hanım'ı iyice korkutuyordu. Ama Akif'in içi rahattı. Mahallenin namuslu ve Müslüman pehlivanı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan ders alıyordu.
Sporcu bir karakteri, sağlam ve heybetli bir cüssesi vardı. Mektep arkadaşı Ali Rıza Ügur diyor ki: "o denizi gördü mü, biz de onun yüzdüğünü görürdük." Boğazı yüzerek geçebiliyordu. Yürümek onun için sabahtan akşama kadar yapılabilir bir şeydi. Arkadaşları Edirne'ye gidelim dediğinde hadi diyordu: şurası Çekmece, arkası da Edirne, yürüyelim.
Babası ölünce 36 kuruş aylık bağlandı. O günlerde nasıl didindiğini Akif anlatıyor:
Ben de bilmem ne sabahıydı çıkıp lanemden
Daneçin olmak için sa'yi sefilanemden
Dağa koştum, çöle koştum, tepelerden indim
Geç vakit, neyse bulup, kuytuca bir yere sindim
Bir gün Ispartalı Hakkı genç Akif'e kızıyor. Sen böyle gidersen ancak bir Muallim Naci olursun, Fransızca öğren diyor. Arkasından da anlatıyor:"Akif bu sözüme yarım saat kızdı, fakat sonra yedi sene çalıştı. Şimdi en güç Fransız muharrirlerini okuyor, hatta en uzunlarını bile."
Fakat bu sakallı adama kimse Fransızca'yı yakıştıramıyor. Bir gün Quo Vadis'in Fransızca tercümesini okurken Cenap Şehabettin tesadüf ediyor. Yumruğunu burnuna götürerek şaşırıyor: "Quo Vadis'i okuyorsunuz! Fransızcasını. Siz?"
6 ayda ezberlediği Kur'an ile hatimle teravih kıldırıyor, fakat her zaman cemaat bulamıyor. Oğlu Tahir'in önüne geçip imam oluyor. "Bazen arkamı dönüyorum o da kaçmış." diyordu.
1313 yılında Akif her gün Fatih'te Şekerci Hanı'na gidiyor. Çünkü Neyzen Tevfik bu handa oturuyor ve Akif ondan ney öğreniyor. Fakat üç ay sonra pes ediyor:
Heyhat! söndü şevkim şevkimle ben de söndüm
Hanlarda sürte sürte aşık garibe döndüm.
Mektebi bitirdikten sonra baytar olarak Şam'a gidip orduya at seçiyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak müslüman azınlıklara cihadı anlatmak için Avrupa'ya gidiyor.
Viyana'da bir akşam kilise çanları çalıyor, halk ellerinde mumlarla bir şeyler kutluyor. Mehmed Akif "Müttefikimiz galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar" diye aşağıya inip birine soruyor. Bir Viyanalı cevap veriyor: "Zafer de söz mü, İngilizler Müslümanlar'dan Kudüs'ü aldı. Mukaddes şehir hilalden kurtuldu haça kavuştu." Mehmed Akif "milletim nev-i beşer, vatanım ruy-i zemin" diyenlere bu hikayeyle kızardı. "Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır ne ruyi zeminimiz! Avrupa'nın nev-i beşerinde ben yoksam, benim nev-i beşerimde de o yoktur." diyordu.
Batı'yı görüp memlekete dönünce karakteri değiştirenlere de sert tepkiliydi. Vaktiyle sarıklı bir adam Avrupa'ya tahsile gitmiş, döndüğünde kibirli bir tavır takınmış, sarığı da atmıştı. Bir gün Ali Şevki Hoca'nın evinde muhabbetin gittiği yere dayanamayan Mehmed Akif şöyle demişti: "Siz, insanlara eskiden Fatih minaresinden bakardınız, şimdi Eyfel kulesinden bakıyorsunuz."

Mithat Cemal anlatıyor: "O ömründe bir tek defa, tek bir saadete vukuundan evvel inandı; İstiklal zaferine:
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk'ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu sefer nasıl inandın dedim, 'Başımızdaki adamı kim görse inanırdı' dedi."
Cumhuriyet devri başlamadan Ankara'da "Arap Akif" "mürteci Akif" gibi lakaplar takılmıştır bile kendisine. Yavaş yavaş ihtilal havası hissedilir. Akif sağlık sorunlarını bahane edip önce mebusluktan istifa eder. Bir gün yakın arkadaşı Ali Şükrü Bey ortadan kaybolur. Ardından bu işi, o zamanlar inkılapları yapan ekibin tetikçisi olan Topal Osman'ın yaptığı anlaşılır. Akif artık devrin değiştiğini fark eder ve kışlarını Mısır'da geçirmeye başlar.

Yaklaşık 10 yıl Mısır'da yaşar. Bu sürede Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, kendisinden Kur'an meali yapması istenilmiştir. Mehmed Akif önceleri kabul etmez fakat daha sonra bir sözleşme imzalar. Meal maddi olarak bitmiş fakat Akif'in gözünde asla bitmemiştir. Ona göre "Kur'an tercüme etmek için bir insan ya çok alim olmalıydı, ya da çok cahil."
Öncelikle kerim kitabı asla tam olarak tercüme edemediğine inanıyordu. Sürekli bitmiş tercümenin üzerinde değişiklikler yapıyordu. Ardından da tercüme bitse bile teslim edilmesi konusunda endişeliydi. 1936 senesinde vatanında ölmek istediği için geri geliyor ve Mısır apartmanında birkaç aylık hasta yatağına yerleşiyordu. O yatakta iken gazeteci Hakkı Tahir'e şunları söyledi: "Kur'an tercümesini Mısır'da birine bıraktım(Yozgatlı İhsan Efendi-Ekmeleddin İhsanoğlu'nun babası). Sağsalim dönersem bana geri verecek, dönemezsem de yakmasını vasiyet ettim." Geri dönemedi.
Ayrıca bir endişesi de cumhuriyet ile alakalıydı. Türkçe ezan konusundan ve harf inkılabından son derece rahatsızdı. Kur'an mealinin camilerde Türkçe namaz kılınmasına alet edilmesini istemiyordu.
Velhasıl Mehmed Akif, 27 Aralık 1936 tarihinde Beyoğlu Mısır Apartmanı'nda vefat etti. İstanbul'a "ölmeye geldiğini" biliyordu ama tesellisi de vardı. Bunu söyleyen doktorlara "Peygamber Efendimiz'in öldüğü yaşta öleceğim o halde" diyordu. Öyle de oldu. 63.
Hep yazmak istediği iki manzume vardı. Ancak ikisi için de önce seyahat etmesi gerekiyordu. Biri için İspanya'ya gidip Elhamra'yı görmek ve onu yazmak istiyordu. Ve neredeyse 10 yıl tasarladığı manzume: "Mekke'ye gideceğim, ilk ayetin nazil olduğu Hira mağarasını göreceğim, bu şiirime mukaddime olacak ve manzumemde Peygamber Efendimiz'in bütün hayatını yazacağım, sonra da son hutbesini."
Bir portre çıkarmak istesek de beceremeyeceğimizi bildiğimizden ancak bir denemedir bu. Nasıl ki Akif'in meali onun gözünde hiç bitemediyse, bu portre de bizim gözümüzde hep eksik kalacaktır. Lakin gücümüz yettikçe bu yiğit adamı anlatmaya devam edeceğiz. O, dini vatanla bir etmiş; temiz, şair bir pehlivandı. Allah ondan razı olsun.
6 Ocak 2016 Çarşamba
Yalan / Hikaye
Ne yaparsa yapsın birkaç saat boyunca asla geçmeyeceğini bildiği bir baş ağrısının başlaması gibiydi. İçine kocaman bir boşluk oturmuştu ve o çaresizce acısının dinmesini bekleyecekti. Canının sıkkın olup olmadığını soranlara “hayır” diyordu. İnsanlık tarihinde yalan söylenirken bütün dillerde en çok kullanılan kelimenin “hayır” olduğunu biliyor muydunuz? Bu istatistik gerçekten bilimsel bir araştırmanın sonucu mu peki? Hayır.
“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!”. Yalan söylemeye erken yaşlarda başlamıştı. Başlarken söylediklerinin yalan olduğunu bile bilmiyordu aslında ama ziyanı yok, hep böyle başlar zaten. Önce bilmeden, sonra küçük, sonra beyaz, sonra daha büyük bir amaç için yalan söylemişti. Neredeyse her sabah bağıra bağıra yalan söylemişti. Hem de arkadaşlarının yanında, onlarla bir ağızdan. Hem de öğretmenlerinin yanında, onların gözünün içine bakarak. “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!”. Havanın çok kötü olduğu sabahlar yalan söylemiyordu. “Güçlüyüz, cesuruz, hazırız!”. Neye hazırsın? Uyurken ölmeye hazırsın.
Yaklaşık on iki sene hapis yatmıştı, bu sürede toplam bir yıla yakın hücrede kalmıştı. Yatak, tuvalet ya da ışığın olmadığı bir metrekarelik soğuk delik. Ama hala sorduklarında, rüya olduğunu fark edemediği bir rüyada bağırdığı halde sesinin çıkmamasının daha umutsuz hissettirdiğini söylerdi. Onun için umutsuzluk ve çaresizlik maddi alemden bu kadar uzaktı işte (ya da yalan söylüyordu).
Hapisten çıktığında kendi kendine konuşmaya, hatta bunu yaparken elini kolunu kullanmaya devam etti. Çok zordu. On iki sene sadece kendi kendine konuşmuş birinin birden başkalarıyla konuşmaya başlaması çok zordu. Yolda yürürken bu hareketleri dikkat çekiyordu. Önce el ve kollarının hareketlerini kesti. Ardından kendine bir kulaklık aldı. Kulağında, ucu hiç bir yere bağlı olmayan bir kulaklık varken kendi kendine konuşması dikkat çekmiyordu. Teknoloji gelişmişti. İnsanlar onun telefonda başka biriyle konuştuklarını düşünüyorlardı. Başka biriyle konuştuğu doğruydu ama, telefonda değil.
Her yalan söylediğinde ona bunun yalan olduğunu söyleyen bir ses gelirdi içinden. İlk kendi kendine konuşmaları böyle başladı. Daha sonra tıpkı meşhur hikayedeki cüceler ya da şirinler gibi farklı farklı kişilikleri oldu. Yalancı, doğrucu, faşist, ılımlı, ahlaklı, hırsız, kibirli, zalim, mazlum… Kişi(lik)ler çoğaldıkça konuşmalar daha da sertleşmeye başladı. Bir zaman sonra artık kendisiyle kavga eder olmuştu. İçerideyken el ve kolların kullanılmaya başlaması bu döneme denk gelir.
İşlediği suçun ne kadar büyük olduğunun farkındaydı hep. Belki de bu sebeple cezasına hiç itiraz etmedi. Aslında hukuki olarak itiraz edildi. Ama o cezasına itiraz eden avukatına da itiraz etmedi. Zaten o itiraz da kabul edilmedi. Yerden göğe kadar haklılardı. Ceza süresi içinde kendini bunu düşünürken bulduğu çok olurdu. Cezasını çekilir kılan buydu aslında. Masum olduğunu düşünen birinin iki gece dahi tutuklu kalması katlanılamaz olabilirdi. Lakin o, kendisine verilen cezayı az bile buluyordu (yalan söylüyor olabilir).
İçine uzun süre gitmeyeceğini bildiği o boşluğun girdiği gün uyuyamamıştı. Üzüntüyle öfkenin karışık olduğu bu duygu yoğunluğu dişlerini sıkmasına neden oluyordu. Bedeninde hapis gibiydi. Hapiste kaldığı sürede bile bu kadar zor durumda hissetmemişti kendini (kesinlikle yalan söylüyor).
Sabaha karşı biraz uyuyabildi. Öğle ezanıyla uyandı. Hapisten çıkalı neredeyse bir ay olmuştu ve sabahları uyandığında özgür olduğunu fark etmesi için artık birkaç dakika geçmesi gerekmiyordu. İçinde dün geceki boşluğun sızısı vardı. Bacağını bir yere vurduğunda çürüyüp morarmasına benziyordu. İçini dün gece bir yere vurmuştu. Hatırladıkça birisi o morluğa bastırıyor gibi içi sızlıyordu. Hatırlamamalıydı. Hayatında ilk defa birilerini yumruklamak istiyordu (eeh, yalan!).
Böyle üzüntülü ya da öfkeli zamanlarda karar alınmaması gerektiğini bir yerlerde duymuştu aslında, ama aldı. Hem de radikal bir karar aldı. Silahı olsa eline bir silah bile alabilirdi. Onu hapse attıran ve aslında hak ettiğini düşündüğü cezayı çekmesine sebep olan adamın buralarda olduğunu duymuştu(söylemiştim, aslında o cezayı hak ettiğine o kadar da inanmıyor). Onun hakkında çok ciddi planları vardı.
İçine oturan o boşluğun ertesindeki ilk gün, hedefindeki adamı takip etti. Evini buldu. İkinci gün, işyerini buldu. Üçüncü gün, hangi saatlerde ne yaptığını not aldı. Altıncı gün, hedefinin gün içindeki hareketlerinin rutin olup olmadığını kontrol etti. Sekizinci gün, onun haftada bir gün tatil yaptığını fark etti. Yirmi ikinci gün, tek tatil günü olduğundan emin oldu. Otuz gün geçtiğinde, artık hedefinin neredeyse her hareketini ezberlemişti.
Fakat bütün bu sürede takip ettiği kişinin takip edildiğini anladığını anlamamıştı. Yirmi dördüncü günden beri yaptığı takip fark ediliyordu.
Ayrıca kendisi de takibinin amacını unutmuş, hedefe giden yolda bir araç olan takibi amaç haline getirmişti. Bir infaz planı yapmıyor, hatta yapmamak için bahaneler uyduruyordu. Bu konuda kendiyle kavga ediyordu. El kol hareketleri tekrar başlamıştı. En sonunda bir plan yapmaya karar verdi. Otuz yedinci gün hedefini öldürecekti (öldüremedi).
Ona ne yaparsa yapsın geçmeyeceğini bildiği bir ağrının başına saplanmasına benzer duygular yaşatan boşluk hissinin içine oturmasının kırk üçüncü gününe asla uyanamadı. Takip ettiği, rutinlerini ezberlediği, başarısız bir suikast yaptığı, en sonunda kusursuz bir öldürme planı yaptığı hedef aslında kendisiydi. Kırk üçüncü günün planını başarıyla uygulamıştı. Ya da hepsi gibi bu da koca bir yalandı.
24 Aralık 2015 Perşembe
Osmanlı'da Neden Ali İsminde Padişah Yok?
Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.
Bir dost sohbetinde neden Osmanlı padişahlarının hiç birinin isminin Ali olmadığını konuşmamızla başladı hikaye. Bu, Osmanlı’nın mezhepçi tutumuna bir delil olur muydu? Fakat aslında padişahların değil şehzadelerin isimlerine bakmamız gerekiyordu. Biz de baktık. Osmanlılar, her birinin padişah olma ihtimali olan şehzadelerine ne isim koymuşlardı?
Öncelikle istatistikten bahsedelim. Değerlendirmeye Osman Bey’in oğullarından başladık. 36 padişahın oğullarını dikkate aldık. Padişahlardan I.Mustafa, II.Süleyman, I.Mahmud, III.Osman, III.Selim ve IV.Mustafa’nın erkek evladı olmamıştır. Bahsedeceğimiz toplam Osmanlı şehzadesi sayısı 220’dir. 14 şehzadeye iki isim verildiğinden değerlendirmeye tabi isim sayısı 234 oldu.
Tabi bu isimleri incelerken “sultan, fatih, gazi, yavuz, kanuni, çelebi, şehzade” gibi isim değil de lakap olan, fakat bizim o kişiden bahsederken muhakkak kullandığımız eklemeleri de dikkate almadık.
En çok kullanılan isim 24 kere ile Mehmed. Mehmed ismi Muhammed isminin Türkçesi olarak bilinir. Arapça yazılışı Muhammed ile aynıdır. Doğal olarak ebced hesabı da aynı sonucu verir. Yani Mehmed isminin koyulmasının sebebi Efendimiz’dir. Ancak farklı bir şekilde Mehmed olarak kullanılmasının sebebi de Muhammed ismine olan saygıdır. Birisi hitap ederken, ya da söz söylerken ve hatta düşmanlar küfür ederken bizzat Muhammed ismi kullanmasın diyedir. Zira Muhammed denilince bir müslümanın aklına ilk gelen Efendimiz’dir. Mehmed ve Muhammed isimlerinin anlamı “çokça övülmüş” demektir.
Diğer en çok kullanılan isimler 15 kere ile Ahmed, 14 kere Selim, 13 kere Süleyman, 11 kere Mustafa ve Murad, 9 kere ile Osman olmuş.
Ahmed yine Efendimiz’in isimlerinden biridir. İncil’de kendisinden Ahmed şeklinde bahsedilir. Kelime anlamı da “hamd eden” demektir.
Selim ise kötücül olmayan, akil, doğru dürüst demek. Osmanlı’da bu kadar kullanılmasının sebebi ise aslında Yavuz Sultan Selim’dir. Zira Osmanlı’daki ilk Selim ismini 8. padişah olan II.Bayezid oğluna vermiştir. O ilk Selim de Yavuz Sultan Selim gibi bir padişah olunca ondan sonrakilerin bazılarına da dedelerine çeksinler diye bu isim verilmiş. Fakat istenilen pek olmamış.
Süleyman ismi de hem Süleyman peygamberden dolayı, hem de devletin atası sayılan Süleyman Şah’tan dolayı çok kullanılmış. Fakat Kanuni Sultan Süleyman’ın hanedandaki üçüncü Süeyman olduğunu belirtirsek, ondan sonra gelenlere bu ismin konulmasında Kanuni’nin de bir sebep haline geldiğini anlayabiliriz. Kelime kökeni İbranice'den gelir ve anlamı “barış yapan” demektir.
Mustafa ismi yine Efendimiz’in isimlerindendir ve kelime manası “temizlenmiş” demektir. Murad da istek, arzu, istenilen şey demek. Bu ismin bolluğunun en önemli sebebi I.Murad’ın bir muzaffer ve şehid padişah olmasıdır muhakkak.
Osman isminin manası kuş yavrusu, ejderha yavrusu gibi yorumlanıyor. Fakat Osmanlı’nın bu ismi çokça vermesinin sebebi devletin kurucusu Osman Gazi’dir.
220 şehzadenin yaklaşık 50’sinin ismi Peygamber Efendimiz düşünülerek verilmiş. Bu konuda şaşırtıcı bir durum yok. Fakat şaşırtıcı olan husus 4 büyük halifenin isimleri hakkında.
İlk halife Hz.Ebubekir’in ismi hiçbir şehzadeye verilmemiş. 234 isim arasında Ebubekir yok. İlk düşünce bu isme de aynı Muhammed ismi gibi o saygının gösterilmiş olabileceği. Bunun haricinde şunu da belirtelim “bekir” Arapça deve yavrusu demektir. Hz. Ebubekir’in asıl adı Abdulkabe idi. Fakat İslamiyetten sonra Efendimiz onun ismini Abdullah olarak değiştirmişti. Abdullah ismine baktığımızda ise Osmanlı’da 7 şehzadeye Abdullah dendiğini belirtelim. Fakat yine de Ebubekir isimli tek bir şehzadenin bile olmaması çok ilginç.
İkinci halife Hz.Ömer’in isminde ise 3 adet şehzade var. İlk Ömer ismi 12. padişah III.Murad'ın oğluna verilmiş.
Dördüncü halife Hz.Ali’nin ismi de sadece 4 şehzadeye verilmiş. Osman Gazi dolayısıyla verildiğini düşündüğümüz çok sayıda Osman’ı saymazsak Osmanlı, dört halifenin isimlerini kullanmaktan imtina etmiş. Bunun bilinçsiz bir tercih olduğuna inanmak zor. Bilinçli bir tercih olduğunu düşündüğümüzde de sebebini anlamak zor.
Düşünülecek en makul sebep tıpkı Muhammed ismi gibi bu isimlere de bir saygı duyulduğu. Zira hiç Muhammed ve Ebubekir yok, üç tane Ömer var, dört tane Ali var. Hasan ve Hüseyin isimleri üçer tane var. Daha da ilgincine gelelim, diğer sahabenin isimleri hiç yok. Hamza, Bilal, Talha gibi isimlerde şehzade yok. 234 tane ismi düşününce bunun bilinçsiz bir durum olması düşünülemez. Genel ehl-i sünnet mantığında sahabeye herhangi bir kötü sözün kullanılmasının iman hususuna kadar dayandırıldığı düşünülürse sanırım sebebi bulabiliriz. Osmanlı Devleti, padişah olma ihtimali olan birisine bu isimleri vermemiş. Zira bir padişahın çokça düşmanı olur. O dönemin mektuplarına baktığımızda envai çeşit küfür ve hakaretin bulunduğunu görüyoruz. Osmanlı, olası bir padişahlık senaryosunda bu isimlerin bu şekilde aşağılanmasının önüne geçmeye çalışmış gibi görünüyor.
Osmanlı’da isim ve mezhepçilik konusuna gelirsek, görüldüğü gibi Ali ismine özel bir sansür yok. Tıpkı Hasan ve Hüseyin’e olmadığı gibi. Bütün halife ve hatta sahabe isimlerine bir saygı var. Ali 4, Hasan ve Hüseyin 3 kez kullanılmış. Bu hususta yine akıllarda kalan Bayezid isminden de bahsedelim.
Osmanlı şehzadelerinin 7 tanesinin ismi Bayezid. Peki bu isim ne demek? Bir görüş bu ismin Ebu Yezid anlamına geldiği, yani Yezid’in babası. Yani Muaviye. Muaviye ismiyle alakalı da mezhepçilik hususu gündeme gelebilir tabii. İkinci görüş ise bu ismin Farsça'daki olumsuzluk ekiyle birlikte düşünülmesi. Bu şekilde isim “Yezid olmayan” anlamına geliyor.
Velhasıl Devlet-i Al-i Osmani gibi yüzyıllar sürmüş bir düzen hakkında karanlıkta kalan bir çok şey elbette var. Biz denizde kum dahi olmayacak bir hususa girmeye çalıştık, yine de işin içinden çıkamadık. Ancak bilidğimiz bir şey varsa o da her birinin dünyayı değiştirme ihtimali olduğu bilinen bu bebekler doğduğunda, onlara bu isimlerin rastgele verilmediğidir.
12 Aralık 2015 Cumartesi
Hakanlar Tartışıyor / Hikaye
Mustafa Kemal Paşa doğruldu: "Bence ikisinden birini seçip müzakereye o tarafla devam etmeliyiz. Tabi bu seçimi yapar yapmaz seçmediğimiz tarafı yok etmemiz gerekir. Böylece seçtiğimiz taraf daha müzakerelere başlarken bile korku içinde olur. Her an kendisinin de yok edilebileceği tehdidi altında kalır. Bizden başka seçeneği kalmadığını da hisseder."
"Böyle davranırsak bizim de başka seçeneğimiz kalmamış olur Paşa hazretleri." dedi Sultan Hamid. Sakince kahvesini yudumladı. Ortada bir seviye farkı kalmamış olmasına rağmen, diğerleri Sultan konuşurken söze girmiyordu.
"Tahayyül edelim: İmralı veya Kandil'den birisini seçtik, diğerini yok ettik. Sağ kalan taraf kendini artık tek temsilci olarak görecek ve düşündüğünüzün aksine daha da güvenli hissedecektir. Bunu yapmak ellerini güçlendirecektir. Kaldı ki bunu uygun görsek bile hangi tarafı seçeceğiz? Şahsi fikrim hem İmralı, hem de Kandil'le temasa devam etmekten yanadır. İkisi de tam muhatap alınmayacak. Ancak ikisiyle de ipler tamamen koparılmayacak. Yalnızca olaylara göre ipi bazen gevşetir, bazen de sıkarız."
Bunları söylerken ellerini usulca bir ipi kaldırıp, diğerini gevşetir gibi yapmıştı. Enver Paşa sessizlikten yararlandı:
"Aslına bakılırsa ne Kandil'e ne de İmralı'ya ihtiyacımız yok. İkisi de yok edilip, düzen bizzat devlet eline alınabilir. Müzakere halkın kendisiyle devam ettirilir. Hala başıbozuklara muhabbet duyan kalırsa da gereken gözdağı verilmiş olur. Hem suikastler hem de sonrasındaki durumun asayişi için yeterli saha elemanımız mevcuttur." Burada Eşref Bey'e döndü ve başıyla tasdik ettirdi.
Mustafa Kemal Paşa gözlerini kıstı, kaşlarını yukarı doğru çattı: "Madem sahada bu kadar kuvvetliyiz, orada yaşayan halkı niçin hala ikna edemedik Eşref Bey?"
Eşref Bey'in cevap vermesine Sultan Hamid fırsat bırakmadı: "Bunu hoca hazretlerine sormak daha makuldur. Zira kendisi bizzat orada doğup büyümüştür. Ankara'ya da daha dün gece son uçakla
"Böyle davranırsak bizim de başka seçeneğimiz kalmamış olur Paşa hazretleri." dedi Sultan Hamid. Sakince kahvesini yudumladı. Ortada bir seviye farkı kalmamış olmasına rağmen, diğerleri Sultan konuşurken söze girmiyordu.
"Tahayyül edelim: İmralı veya Kandil'den birisini seçtik, diğerini yok ettik. Sağ kalan taraf kendini artık tek temsilci olarak görecek ve düşündüğünüzün aksine daha da güvenli hissedecektir. Bunu yapmak ellerini güçlendirecektir. Kaldı ki bunu uygun görsek bile hangi tarafı seçeceğiz? Şahsi fikrim hem İmralı, hem de Kandil'le temasa devam etmekten yanadır. İkisi de tam muhatap alınmayacak. Ancak ikisiyle de ipler tamamen koparılmayacak. Yalnızca olaylara göre ipi bazen gevşetir, bazen de sıkarız."
Bunları söylerken ellerini usulca bir ipi kaldırıp, diğerini gevşetir gibi yapmıştı. Enver Paşa sessizlikten yararlandı:
"Aslına bakılırsa ne Kandil'e ne de İmralı'ya ihtiyacımız yok. İkisi de yok edilip, düzen bizzat devlet eline alınabilir. Müzakere halkın kendisiyle devam ettirilir. Hala başıbozuklara muhabbet duyan kalırsa da gereken gözdağı verilmiş olur. Hem suikastler hem de sonrasındaki durumun asayişi için yeterli saha elemanımız mevcuttur." Burada Eşref Bey'e döndü ve başıyla tasdik ettirdi.
Mustafa Kemal Paşa gözlerini kıstı, kaşlarını yukarı doğru çattı: "Madem sahada bu kadar kuvvetliyiz, orada yaşayan halkı niçin hala ikna edemedik Eşref Bey?"
Eşref Bey'in cevap vermesine Sultan Hamid fırsat bırakmadı: "Bunu hoca hazretlerine sormak daha makuldur. Zira kendisi bizzat orada doğup büyümüştür. Ankara'ya da daha dün gece son uçakla
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)