29 Nisan 2016 Cuma

Cihan Harbi'nin Ortasında Bir Kahvaltı

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Birinci Cihan Harbi kalbimizde kocaman bir yaradır. Coğrafyamızın birbirinden kritik 8 ayrı cephesinde savaştığımız, hala kapatamadığımız, bazı yerleri kabuk bağlayan, bazı yerleri hala sızlayan bir yara.

Bugün bu koca savaşın içindeki binlerce hikayeden sadece birinin, Kut’ul Amare Zaferi’nin 100.yıldönümü. Artık devletin 1 numarasının bile bahsettiği bu hadise herkesin kulağına gidiyor. İnşallah bu zafer gibi daha binlerce hikaye de yavaş yavaş ortaya çıkarılıp anlatılacak, yeni nesillerin zihinlerine kazınacaktır. 

Mesela gün gelecek Cihan Harbi sırasında Tebriz şehrinin kaç kez Osmanlılar ile Ruslar arasında el değiştirdiğini, Osmanlıların bu şehri nasıl aldığını, ardından İran topraklarından geçip Bakü’yü de kuşatıp aldığını ayrıntılarıyla anlatacağız.

Fakat şimdi biz en tepeden, çok bilinenin hiç bilinmeyen hikayesinden bir parça konuşalım. En sevdiğimiz kaybeden Enver Paşa ve Kuşların Şeyhi Eşref Bey’in askeri, siyasi, ama en çok da insani bir muhabbeti.

Umumi Harp sonlara yaklaşmışken Hicaz'dan feci bir haber gelir: Şerif Hüseyin isyan etmiştir. Başkentteki idare takımı bu habere çok şaşırır ancak bir kişi hariç: Kuşçubaşı Eşref Bey. Eşref Bey Osmanlı'nın haber alma teşkilatının başındaki isimdir. Yıllardır cephelerde, olayların içindedir. Hatıralarında ünlü çaşıt Lawrence ile üç kez karşılaşıp konuştuklarını, bunların ikisinden Lawrence’ın haberinin bile olmadığını ifade eder. Yeri gelir bir yolculuğunda 5 kez kılık değiştirir vs.

Dolayısıyla Eşref Bey coğrafyanın nabzını bizzat eliyle tutan bir adamdır. Yaklaşık bir yıldır sık sık aynı zamanda yakın arkadaşı olan Enver Paşa'ya mektuplar yazar. Şerif Hüseyin'in muhakkak isyan edeceğinden, verilen ve alınan sözlerin boşa olduğundan bahseder. Aynı zamanda bu iklimde Anadolu’dan gelen askerlerle değil, aksine çöl Bedevileriyle bir ordu kurulması gerektiğini anlatır. Zira Anadolu’dan gelen askerin masrafı çok, dayanıklılığı azdır. Bir Bedevi hecin süvari ise 15 günlük yiyeceğini ve içeceğini, çadırını ve teçhizatını tek bir devenin sırtında taşıyabilir.

Ancak bütün bu istihbaratlara rağmen merkezden ısrarla red yanıtı alan Eşref Bey, Şerif Hüseyin’in isyan etmesi ve toprakların bir bir elden çıkmaya başlamasıyla Enver Paşa’ya son bir mektup yazar. Mektup belli sınırlar içinde baştan aşağıya sitem doludur. Raporlarındaki ikazlara uyulmadığını, savaşların payitahttan değil çölün kalbinden idare edilmesi gerektiğini söyleyen Eşref Bey, mektubun sonunda istifasını bildirir.

Enver Paşa mektubu alır almaz Eşref Bey’i yanına çağırtır. Gerisini birinci ağızdan, Eşref Bey’in anılarından dinleyelim: “Enver Paşa muntazaman sabah namazı kılardı. Harbin en buhranlı günlerinde bile bu manevi vazifesini terk etmemiştir. İtiyadını bildiğim için sabah erkenden Kuruçeşme’ye gittim. Manzara şuydu: iki kişilik bir kahvaltı, masanın bir ucunda da benim mektubum, bazı satırların altı kırmızı kalemle çizilmiş olarak duruyordu.

Kucaklaştık. Yanmış, habeşleşmiş derime, başımdaki yara izine muhabbetle baktı. Gözleri nemlendi, ‘Eşref, çok yoruldun, çok emek verdin’ dedi. Boğazımda, hayatımda pek ender olarak bir düğüm, bir acı şehkası toplandı. ‘Neye yaradı, işte vatanın bir kısmı elden gidiyor’ diyemedim. Fakat içimden geçeni anladı zannederim.

Kahvaltı sırasında afaki mevzulardan bahsettik. Gözleri zaman zaman mektubuma kayıyordu. Birden sordu: ‘Eşref? Bütün ümidler söndü mü? Arabistan’ı Şerif isyanından kurtarmak için senin şu mektubunda anlattığın fikirlerini tatbik için her şey kayboldu mu? Hiç ümid yok mu?’

Bir çocuk kadar masum ve vereceğim cevapta saadet ya da keder bulacak gibi heyecanla yüzüme bakıyordu. O anda, bütün kırgınlıklarımı unuttum. Bu vatan ne onundu, ne benim. Her karışını ecdad kanı sulamıştı. Bir an durdum, bütün Arabistan o engin çölleri, vahaları, şehirleri, kabileleri, sekenesi ile gözlerimin önünden resmi geçit yaptı. Ve evet, Yemen’de karar kıldı. Oradan, işte yeniden başlama tecrübesi yapabilirdik. O andan gecenin geç saatlerine kadar harita üzerinde teferruatlı bir ‘Son Ümid Planı’ yaptık.

Ayrılırken beni kucakladı. Enver Paşa’yı hiç bir zaman bu kadar heyecanlı görmemiştim. Ondaki bu his bana da sirayet etti. Gözlerinin nemli olduğunu, izahı imkansız bir elemle gördüm. Ne hazindir ki, bu yiğit, kahraman, vatanperver, Balkan Harbi bozgununda manen ve maddeten sarsıntılar içinde politikaya karışmak felaketine düşmüş ordudan; 3 yıl içinde 9 cephede ceddine has ve tarihine yakışır harikalar yaratmış disiplin ve nizam ordusunu kurma yolunda herkesten çok emeği olan, kusurları içinde şahsi çukurları asla bulunmayan temiz insanı, dünya gözüyle bir daha göremeyecektim. Nerden bilebilirdim ki?”


Bir dahaki sefere bu Son Ümid Planı’nı, Hayber’de Türk Cengi’ni, Lawrence ile Kuşçubaşı’nın son karşılaşmasını, Zenci Musa’yı anlatırız inşallah. Ama bugün biraz da Cihan Harbi’nin askeri faaliyetleriyle birlikte bir milletin ve temsilcilerinin ruh halini, gönüllerini düşünelim. Onlarca kaybın içinde bir kazanç, yüzlerce hatanın içinde bir doğru, binlerce ölümün içinde bir yaşam, bunca hengamenin içinde bir kahvaltı bir gönüle vatan sevgisi düşürür belki. Nerden bilebiliriz ki?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder