24 Aralık 2015 Perşembe

Osmanlı'da Neden Ali İsminde Padişah Yok?

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Bir dost sohbetinde neden Osmanlı padişahlarının hiç birinin isminin Ali olmadığını konuşmamızla başladı hikaye. Bu, Osmanlı’nın mezhepçi tutumuna bir delil olur muydu? Fakat aslında padişahların değil şehzadelerin isimlerine bakmamız gerekiyordu. Biz de baktık. Osmanlılar, her birinin padişah olma ihtimali olan şehzadelerine ne isim koymuşlardı?

Öncelikle istatistikten bahsedelim. Değerlendirmeye Osman Bey’in oğullarından başladık. 36 padişahın oğullarını dikkate aldık. Padişahlardan I.Mustafa, II.Süleyman, I.Mahmud, III.Osman, III.Selim ve IV.Mustafa’nın erkek evladı olmamıştır. Bahsedeceğimiz toplam Osmanlı şehzadesi sayısı 220’dir. 14 şehzadeye iki isim verildiğinden değerlendirmeye tabi isim sayısı 234 oldu.

Tabi bu isimleri incelerken “sultan, fatih, gazi, yavuz, kanuni, çelebi, şehzade” gibi isim değil de lakap olan, fakat bizim o kişiden bahsederken muhakkak kullandığımız eklemeleri de dikkate almadık.

En çok kullanılan isim 24 kere ile Mehmed. Mehmed ismi Muhammed isminin Türkçesi olarak bilinir. Arapça yazılışı Muhammed ile aynıdır. Doğal olarak ebced hesabı da aynı sonucu verir. Yani Mehmed isminin koyulmasının sebebi Efendimiz’dir. Ancak farklı bir şekilde Mehmed olarak kullanılmasının sebebi de Muhammed ismine olan saygıdır. Birisi hitap ederken, ya da söz söylerken ve hatta düşmanlar küfür ederken bizzat Muhammed ismi kullanmasın diyedir. Zira Muhammed denilince bir müslümanın aklına ilk gelen Efendimiz’dir. Mehmed ve Muhammed isimlerinin anlamı “çokça övülmüş” demektir.

Diğer en çok kullanılan isimler 15 kere ile Ahmed, 14 kere Selim, 13 kere Süleyman, 11 kere Mustafa ve Murad, 9 kere ile Osman olmuş. 

Ahmed yine Efendimiz’in isimlerinden biridir. İncil’de kendisinden Ahmed şeklinde bahsedilir. Kelime anlamı da “hamd eden” demektir. 

Selim ise kötücül olmayan, akil, doğru dürüst demek. Osmanlı’da bu kadar kullanılmasının sebebi ise aslında Yavuz Sultan Selim’dir. Zira Osmanlı’daki ilk Selim ismini 8. padişah olan II.Bayezid oğluna vermiştir. O ilk Selim de Yavuz Sultan Selim gibi bir padişah olunca ondan sonrakilerin bazılarına da dedelerine çeksinler diye bu isim verilmiş. Fakat istenilen pek olmamış.

Süleyman ismi de hem Süleyman peygamberden dolayı, hem de devletin atası sayılan Süleyman Şah’tan dolayı çok kullanılmış. Fakat Kanuni Sultan Süleyman’ın hanedandaki üçüncü Süeyman olduğunu belirtirsek, ondan sonra gelenlere bu ismin konulmasında Kanuni’nin de bir sebep haline geldiğini anlayabiliriz. Kelime kökeni İbranice'den gelir ve anlamı “barış yapan” demektir.

Mustafa ismi yine Efendimiz’in isimlerindendir ve kelime manası “temizlenmiş” demektir. Murad da istek, arzu, istenilen şey demek. Bu ismin bolluğunun en önemli sebebi I.Murad’ın bir muzaffer ve şehid padişah olmasıdır muhakkak. 

Osman isminin manası kuş yavrusu, ejderha yavrusu gibi yorumlanıyor. Fakat Osmanlı’nın bu ismi çokça vermesinin sebebi devletin kurucusu Osman Gazi’dir.

220 şehzadenin yaklaşık 50’sinin ismi Peygamber Efendimiz düşünülerek verilmiş. Bu konuda şaşırtıcı bir durum yok. Fakat şaşırtıcı olan husus 4 büyük halifenin isimleri hakkında.

İlk halife Hz.Ebubekir’in ismi hiçbir şehzadeye verilmemiş. 234 isim arasında Ebubekir yok. İlk düşünce bu isme de aynı Muhammed ismi gibi o saygının gösterilmiş olabileceği. Bunun haricinde şunu da belirtelim “bekir” Arapça deve yavrusu demektir. Hz. Ebubekir’in asıl adı Abdulkabe idi. Fakat İslamiyetten sonra Efendimiz onun ismini Abdullah olarak değiştirmişti. Abdullah ismine baktığımızda ise Osmanlı’da 7 şehzadeye Abdullah dendiğini belirtelim. Fakat yine de Ebubekir isimli tek bir şehzadenin bile olmaması çok ilginç.

İkinci halife Hz.Ömer’in isminde ise 3 adet şehzade var. İlk Ömer ismi 12. padişah III.Murad'ın oğluna verilmiş.

Dördüncü halife Hz.Ali’nin ismi de sadece 4 şehzadeye verilmiş. Osman Gazi dolayısıyla verildiğini düşündüğümüz çok sayıda Osman’ı saymazsak Osmanlı, dört halifenin isimlerini kullanmaktan imtina etmiş. Bunun bilinçsiz bir tercih olduğuna inanmak zor. Bilinçli bir tercih olduğunu düşündüğümüzde de sebebini anlamak zor.

Düşünülecek en makul sebep tıpkı Muhammed ismi gibi bu isimlere de bir saygı duyulduğu. Zira hiç Muhammed ve Ebubekir yok, üç tane Ömer var, dört tane Ali var. Hasan ve Hüseyin isimleri üçer tane var. Daha da ilgincine gelelim, diğer sahabenin isimleri hiç yok. Hamza, Bilal, Talha gibi isimlerde şehzade yok. 234 tane ismi düşününce bunun bilinçsiz bir durum olması düşünülemez. Genel ehl-i sünnet mantığında sahabeye herhangi bir kötü sözün kullanılmasının iman hususuna kadar dayandırıldığı düşünülürse sanırım sebebi bulabiliriz. Osmanlı Devleti, padişah olma ihtimali olan birisine bu isimleri vermemiş. Zira bir padişahın çokça düşmanı olur. O dönemin mektuplarına baktığımızda envai çeşit küfür ve hakaretin bulunduğunu görüyoruz. Osmanlı, olası bir padişahlık senaryosunda bu isimlerin bu şekilde aşağılanmasının önüne geçmeye çalışmış gibi görünüyor.

Osmanlı’da isim ve mezhepçilik konusuna gelirsek, görüldüğü gibi Ali ismine özel bir sansür yok. Tıpkı Hasan ve Hüseyin’e olmadığı gibi. Bütün halife ve hatta sahabe isimlerine bir saygı var. Ali 4, Hasan ve Hüseyin 3 kez kullanılmış. Bu hususta yine akıllarda kalan Bayezid isminden de bahsedelim.

Osmanlı şehzadelerinin 7 tanesinin ismi Bayezid. Peki bu isim ne demek? Bir görüş bu ismin Ebu Yezid anlamına geldiği, yani Yezid’in babası. Yani Muaviye. Muaviye ismiyle alakalı da mezhepçilik hususu gündeme gelebilir tabii. İkinci görüş ise bu ismin Farsça'daki olumsuzluk ekiyle birlikte düşünülmesi. Bu şekilde isim “Yezid olmayan” anlamına geliyor. 

Velhasıl Devlet-i Al-i Osmani gibi yüzyıllar sürmüş bir düzen hakkında karanlıkta kalan bir çok şey elbette var. Biz denizde kum dahi olmayacak bir hususa girmeye çalıştık, yine de işin içinden çıkamadık. Ancak bilidğimiz bir şey varsa o da her birinin dünyayı değiştirme ihtimali olduğu bilinen bu bebekler doğduğunda, onlara bu isimlerin rastgele verilmediğidir.




12 Aralık 2015 Cumartesi

Hakanlar Tartışıyor / Hikaye

Mustafa Kemal Paşa doğruldu: "Bence ikisinden birini seçip müzakereye o tarafla devam etmeliyiz. Tabi bu seçimi yapar yapmaz seçmediğimiz tarafı yok etmemiz gerekir. Böylece seçtiğimiz taraf daha müzakerelere başlarken bile korku içinde olur. Her an kendisinin de yok edilebileceği tehdidi altında kalır. Bizden başka seçeneği kalmadığını da hisseder."

"Böyle davranırsak bizim de başka seçeneğimiz kalmamış olur Paşa hazretleri." dedi Sultan Hamid. Sakince kahvesini yudumladı. Ortada bir seviye farkı kalmamış olmasına rağmen, diğerleri Sultan konuşurken söze girmiyordu.

"Tahayyül edelim: İmralı veya Kandil'den birisini seçtik, diğerini yok ettik. Sağ kalan taraf kendini artık tek temsilci olarak görecek ve düşündüğünüzün aksine daha da güvenli hissedecektir. Bunu yapmak ellerini güçlendirecektir. Kaldı ki bunu uygun görsek bile hangi tarafı seçeceğiz? Şahsi fikrim hem İmralı, hem de Kandil'le temasa devam etmekten yanadır. İkisi de tam muhatap alınmayacak. Ancak ikisiyle de ipler tamamen koparılmayacak. Yalnızca olaylara göre ipi bazen gevşetir, bazen de sıkarız."

Bunları söylerken ellerini usulca bir ipi kaldırıp, diğerini gevşetir gibi yapmıştı. Enver Paşa sessizlikten yararlandı:

"Aslına bakılırsa ne Kandil'e ne de İmralı'ya ihtiyacımız yok. İkisi de yok edilip, düzen bizzat devlet eline alınabilir. Müzakere halkın kendisiyle devam ettirilir. Hala başıbozuklara muhabbet duyan kalırsa da gereken gözdağı verilmiş olur. Hem suikastler hem de sonrasındaki durumun asayişi için yeterli saha elemanımız mevcuttur." Burada Eşref Bey'e döndü ve başıyla tasdik ettirdi.

Mustafa Kemal Paşa gözlerini kıstı, kaşlarını yukarı doğru çattı: "Madem sahada bu kadar kuvvetliyiz, orada yaşayan halkı niçin hala ikna edemedik Eşref Bey?"

Eşref Bey'in cevap vermesine Sultan Hamid fırsat bırakmadı: "Bunu hoca hazretlerine sormak daha makuldur. Zira kendisi bizzat orada doğup büyümüştür. Ankara'ya da daha dün gece son uçakla

4 Aralık 2015 Cuma

Bir İhtimal Daha Var(dı)

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Osmanlı Devleti’nin klasik dönemine baktığımızda hep zirve isimler görürüz. Her biri kendi alanında en üst mertebeyi temsil eden bu kişilerle devletin gücü arasında bir tavuk-yumurta ilişkisi vardır. Yavuz, Kanuni, Mimar Sinan, Ebusuud, Matrakçı Nasuh, Zembilli Ali, İbn-i Kemal, Piri Reis, Barbaros Hayreddin, Baki, Fuzuli ve diğerleri. Devletin gelişimi bu isimlerin eğitimini, görgüsünü ve algısını yükseltmiş; bu isimler de devleti yükseltmiştir.

Buna benzer bir insan topluluğunu Osmanlı’nın bir devrinde daha görürüz: son döneminde. 19.yüzyılın sonu 20.yüzyılın başına gelindiğinde Osmanlı coğrafyası yine bir gelişmiş insan kaynağıdır.

Siyasi bir deha olan Sultan Abdülhamid vardır. Cihan Harbi’nde teşkilatçılıkla direnen ve daha da önemlisi direnişleri örgütleyen Enver Paşa, Eşref Bey ve ekibi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda, belki de tarihimizin en imkansız durumlarından birini yöneten Kazım, Fevzi, Mustafa Kemal paşalar vardır. Şiir alanında kimilerine göre tarihimizin bir numarası olan Mehmed Akif vardır. Dini ilimler ve siyasal İslam anlamında Bediüzzaman Said Nursi, Cemaleddin Afgani vardır. Müzik alanında Tanburi Cemil Bey, Hacı Arif Bey vardır. Yine diğer sanat dallarında Osman Hamdi Bey, Yahya Kemal vardır.

Fakat ne yazık ki bahsettiğimiz dönemlerden birisi mazimizin zirvesi iken, diğeri belki de en zor zamanıdır. Peki bu niçin böyledir?

Öncelikle başta değindiğimiz tavuk-yumurta metaforunu unutmayalım. Klasik dönemde bu isimler mi devleti yüceltti, yoksa devlet mi bu isimleri yüceltti sorusuna tek taraflı bir cevap vermek mümkün değildir. Bu isimlerin hepsi medeniyet birikimimize katkılarda bulundular lakin zaten onlar da büyük bir birikimin üzerinde oturuyorlardı. Yani bu iki tarafın da kazandığı ve beraber yükseldiği bir durumdu.

Son dönemde ise devlet artık neredeyse can çekişiyordu. Saray, toplum, ahlak, ekonomi gibi değişkenler nitelikli olmaktan uzaktı.

Abdülhamid Han hatıratında bu durumdan şöyle bahseder: "Ben ne bir Yavuz Sultan Selim Han idim, ne de Yavuz Sultan Selim Han'ın ülkesi benim buyruğumdaydı. Ne yaptıysam yapabildiğimdir. Yavuz Sultan Selim Han da benim zamanımda padişah olsaydı, o da benim gibi yapardı."

Kemal Karpat da dönem hakkında şu değerlendirmeyi yapar: "Tarihte hiçbir Müslüman hükümdar Abdülhamid kadar önemli kararlarla karşı karşıya kalmamıştır."

Yine Osmanlı için klasik dönem dediğimiz genel olarak 16.yüzyıl olarak belirleyebileceğimiz zamanda dünya çapında medeniyet de farklı seviyedeydi. Fakat 19.yüzyıldan bahsettiğimizde, Batı medeniyeti adına bugün çok iyi tanıdığımız birçok bilimadamı, sanatçı ve yöneticinin olduğunu belirtmeliyiz (Hegel, Marx, Nietzsche, Graham Bell, Darwin, Gauss, Mendel, Tesla, Balzac, Çehov, Dostoyevski, Tolstoy, Beethoven, Van Gogh vs.). 19.yüzyılda bu topraklarda askeri, idari ve edebi alanlarda yetişmiş insan bulunurken; Batı medeniyetinin “pozitif bilim” denilen alanda çok daha fazla isim yetiştirmesi kayda değerdir.

Yine klasik dönemde dünya tarihine geçmiş iki büyük denizcimizi sayarken, son dönemimiz için bir donanmanın varlığından dahi bahsedemiyoruz.

Bir başka bakış açısı da saydığımız son dönem kişilerinin birbirleriyle olan ilişkisine yöneliktir. Klasik dönem isimlerinin neredeyse hepsi ortak çalışmıştır. Yıkılma devri içinse bu asla söylenemez.

Enver Paşa, Sultan Hamid’i tahttan indiren ekipteydi. Sultan Hamid Eşref Bey’i sürgüne göndermişti. Mehmed Akif, Sultan Hamid’i sevmezdi. Sultan Hamid ve Bediüzzaman bir türlü görüşememişti. Mustafa Kemal, Osmanoğulları’na hakaret etmişti. Enver Paşa’yı tasfiye etmişti. Cumhuriyet döneminde Bediüzzaman’a türlü zulümler yapılmıştı. Eşref Bey cumhuriyet devrinde yüzellilikler listesinde sürgün edilmişti. Aynı dönemde Mehmed Akif baskılardan kurtulmak için Mısır’a gitmek zorunda kalmış, orada da hafiye takibinde yaşamıştı. Yine Kazım ve Fevzi paşalara yönetimden el çektirilmişti.

Velhasıl iki dönem arasındaki en büyük fark, birlikte çalışmanın olmaması olabilir. Sorumluluğun büyük kısmıysa bu yetenekleri bir arada kullanmayı, idare etmeyi düşünmeyen ya da beceremeyen yöneticilerdedir. Yani Abdülhamid, Enver Paşa ve Mustafa Kemal.

Yine de Türkiye Cumhuriyeti’ne bu birikimin sonucu olarak bakılabilir. Aslında birikim tek elden tek bir yöne doğru kullanılmayarak israf edilmiştir. Fakat en azından uç uca eklenmiştir. Zira Sultan Hamid ince bir siyasetle yıkılışı 33 yıl ertelerken aynı zamanda bir nesil yetiştirmişti. Onun açtığı okullardan yetişenler onu tahttan indirdi ancak öğrendiklerini de daha sonra kullandı. İttihatçı subaylar Sultan Hamid'in okullarında aldıkları eğitimi, Mustafa Kemal de ittihatçıların arasında öğrendiği teşkilatçılığı çok iyi kullandı.

Peki bu yetenekler birbirlerine karşı değil de beraberce kullanılsaydı ne olurdu? Milletimiz çok şükür yaşamına devam etti, fakat önemli hayat damarlarını da kaybetti. Bu isimleri bir arada düşündükçe hiç cevaplanmayacak olmasının sızısıyla beraber aklımıza gelen soru şudur: Bir ihtimal daha var mıydı?