28 Kasım 2015 Cumartesi

Ayastefanos / Hikaye

Yürürken kaldırım taşlarının çizgilerine basmamaya gayret ediyordu. Gerekirse adımlarını kısaltıyor ya da uzatıyordu. Demek ki keyfi yerindeydi. Ceketinin iç cebinde sonuna yaklaşılmış bir kitap duruyordu. Böyle kitaplar okuduğu zamanlar keyifli olurdu. Yapacak önemli bir işi var demekti bu. Okumak.

Nadiren yapacak önemli bir işi olurdu. Genelde dalından kopmuş bir gazel gibi savrulurdu. Nereye gideceği, nereye düşeceği belli olmazdı. Ama işte bir amacı varmış gibi böyle az bulunan zamanlarda; hedefini bulacağı daha yaydan çıkarken anlaşılan bir ok gibiydi. Her şey düzenli ve planlanmıştı. Kainat sarsılmaz mükemmellikte bir düzen içindeydi. Kaldırım taşlarının çizgilerine bile basılmamalıydı.

Fakat o uğursuz ve amaçsız zamanlar... Kötü giden tek bir şey kainatı(nı) alt üst etmeye yeterdi. Küçük hesapların adamıydı ve o hesaplar şaşmamalıydı. O gün misafir gelir, otobüs gelmez, kafasını bir yere çarpar, sevmediği biriyle karşılaşır, trafik olur, yağmur yağar, ucu biter, Galatasaray kaybeder, kötüler kazanır, su 75 kuruş olur, para suyunu çeker, iş bulamaz, Fahreddin Paşa teslim olur, Çanakkale geçilir, cepheler düşer, savaş kaybedilir, Osmanlı yıkılır, annesi ölür. Annesi ölür.

Annesinin öldüğü gün de o günlerden biriydi galiba. Ya da öyle hatırlıyordu. Ya da ondan sonra günler böyle olmaya başlamıştı. Hatırlamıyordu. Kafası karanlıktı.

Ama şimdi bir kitabı, bir amacı vardı. Sabahçı kahvesinin önüne oturdu. Sigarasını yaktı. Tütün. Kimyasal yok. Çay geldi. Kitabını çıkardı, sayfasını açtı, kaldığı yeri buldu. Bunları bir ayin havasında yaptı. Okumaya başladı. Yanlış hatırlıyordu. Annesi aslında her şeyin çok güzel olduğu bir günde ölmüştü. Ama her şeyin.

"Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden dolayı '93 Harbi' şeklinde anılan bu savaş miladi takvime göre 1877-78 yıllarında yapılmıştı."

Bu ilginç bir takvim hesabıydı. Aslında meşhur hey 15'li türküsünde de bahsedilen evlatlar Rumi takvime göre 1315 doğumlu olduklarından dolayı böyle söylenilmişti. Takvimleri dahi bu kadar karışık olan bir milletin tarihinin anlaşılması pek beklenmemeliydi. Şu izafiyet teorisi denen şey bizim takvimlerle mi ilgiliydi acaba? Bizim milletimiz için yalnızca zaman değil, tarih de göreceliydi.

"Ruslar 93 harbini çok iyi planlamışlardı. Özellikle Osmanlı'nın doğu sınırlarında çatışma yaşanacak yerleri önceden tespit etmiş, ona benzer coğrafyalarda neredeyse bir yıl önceden çalışmaya başlamışlardı. Bir film için kurulan platolara benzer yerler inşa etmişlerdi, bir savaş için. Askerleri o koşullarda yaşamaya, savaşmaya, uyumaya, yiyip içmeye alıştırmışlardı. Adeta önce bir savaş simülasyonu yapmışlardı."

Tadı kaçtı. Ruslar kazanıyordu.

"Osmanlı ise savaşa hazırlıksız ve yetersiz girmişti. Hem nitelik hem de nicelik olarak gerideydi. Düşmanın görüş alanına giren mevkilerden asker sevki yaparken, aynı askerleri iki kere dolandırarak geçiriyorlardı. Düşman asker sayısını iki kat daha fazla sansın diye. Osmanlı göz hilelerine başvuruyor, dublör kullanıyordu."

Düğün gibi bir zamandı. Herkes mutluydu. O zaman düğün olamaz gerçi. Düğünlerde neredeyse herkes mutsuzdur. Ama öyle bir şeydi işte. Ailesi hep bir aradaydı. Birden hareketlilik, çığlıklar, bağırışlar... Sonra kalp dediler, durmuş dediler, bir daha çalıştıramadık dediler, yaş dediler, sırtını sıvazladılar. Kainat(ı) yerle bir oldu. Dünyanın ekseni kaydı. Ay yörüngeden çıktı. Güneş milim milim uzaklaştı. Her yer soğudu, her şey soğudu. Dünya'nın bütün bağlantısı kesildi. Ya da onun dünyayla bağlantısı kesildi. Oksijen seviyesi giderek azalıyordu.

Kitabı bitirdi ve hayatının olağan olumsuzluğuna geri döndü.

"Savaşın sonunda Ruslar Yeşilköy'e kadar girmişti."

15 Kasım 2015 Pazar

Uzatma Kardeşim, Sen Teröristsin

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Boşuna uğraşma güzel kardeşim. "Müslümanlar terörist değildir" gibi lafların, bizim aşağılık kompleksimizi göstermekten başka hiç bir faydası yok. Zira bu insanlara göre sen zaten IŞİDcisin. Ellerinde hiç bir delil olmasa da, hatta kendileri de adları gibi bunun yalan olduğunu bilseler de senin devletinin IŞİD'e yardım ettiğini söylüyorlar.

IŞİDcı olmasan da teröristsin ayrıca. Gece güdüz IŞİD'a karşı savaşan muhalifleri desteklesen de onların umrunda olmaz. Devletin IŞİD'e değil de o muhaliflere yardım ediyor olsa da fark etmez, çünkü o muhalifler de terörist. Hiç bir silahlı İslami mücadeleyi desteklemesen ama siyasal anlamda İslami bir fikriyatın varsa yine de o kadar olmasa da terörist sayılırsın. Siyasal İslam dedikleri şeyin de sonu onlara göre bir şekilde terörizme çıkıyor sonuçta.

Özetlemek gerekirse, bu yaranmaya çalıştığın adamların düşüncesi şudur: eğer Müslümansan ya teröristsin, ya da henüz terörist olmamışsın.

Aslında onlar senin yaptıklarına, düşündüklerine ya da söylediklerine karşı değiller, bizzat senin varlığına karşılar. Eğer hem Müslüman olmak hem de onlar tarafından muteber olmak istersen seni sen yapan bütün özelliklerini terk etmen gerekir. Bir mücadele kültürün ya da siyasi fikrin olmamalı. Hatta herhangi bir fikrin dahi olmamalı.

Onların istediği gibi bir Müslüman olursan, motoru ve tekerleri olmayan bir şeye ne kadar araba denilebilirse sana da o kadar Müslüman denilebilir işte. Zaten onların da istedikleri bu: karşılarında bitkisel hayatta yaşayan(!) bir İslam alemi bulmak.

Onların istediği Müslümanlık ile senin aklında olan çok farklı aslında. Senin "büyük bir Müslümandı" dediğin insanlar, sözgelimi Hasan el-Benna, İmam Şamil, Malcolm X ve hatta Hz. Ömer bile onlar için cani, gasıp ya da teröristler.

İçerde seni teröristlikle ya da teröre destek vermekle suçlayanların büyük bir kısmı, Suriyede yüzbinlerce kişinin katili bir vicdansızı destekliyor. Bunu düşünmek bile senin çabanın ne kadar boşa olduğunu göstermiyor mu?

Sen böyle ezilerek sürekli alakan olmayan şeylerden dolayı özür dilersen, alakan olmayan daha nice olayı üzerine yıkacaklar. Netenyahu Yahudi soykırımının akıl hocasının bir müftü olduğunu söyleyeli kaç gün oldu?

Hiç atom bombalarından dolayı toplanıp da "özür dileriz, ama inanın ki Hristiyanlar terörist değildir" diyenleri gördünüz mü? Ya da Nazi kampları için "Lütfen bizi affedin, gerçek Hristiyanlık bu değil" diyenleri? Ya da Irak işgali, Franco, Mussolini, siyahilere yapılan zulümler, Amerika'daki seri katiller, okul basıp çocukları öldüren psikopatlar için? Göremezsiniz. Çünkü biz bu alakasız olayları yapanlar sırf Hristiyanlar ve durmadan ıstavroz çıkartıyorlar diye kalkıp da koca bir dini ve ona inananları sorumlu tutmayız.

Sen 11 Eylül'de, Charlie Hebdo'da, Paris'te, Nijerya'da, Irak'ta ya da Suriye'de mazlumların ölmesini istemedin. Alakan bile yok. Hatta Batı'da bu tarz eylemleri yapanlar, burada bizzat senin benim gibi düşünen Müslümanları öldürüyorlar. Hem de her gün.

Şimdi sakin ol ve taşıdığın suçluluk duygusunu yavaşça yere bırak.


5 Kasım 2015 Perşembe

Sultan Abdülaziz Cinayeti

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Meşhur Pertevniyal Valide Sultan'dan doğma, Sultan II.Mahmud'dan olma Abdülaziz dünyaya geldiğinde senelerden 1830 idi. 1861'de tahta çıkan Sultan Abdülaziz, Batı Avrupa'ya seyahatlar yapan ilk ve tek Osmanlı padişahıdır. Bu gezileri sırasında bir çok yenilik gördü ve bunu kendi iline de uygulamaya çalıştı. Aynı zamanda o yıllarda henüz 20 yaşında olan genç Sultan Abdülhamid de bu gezide heyette bulunuyordu. Onun da Osmanlı'da yaptığı yenilikler hususunda bu Avrupa seyahatinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yine Sultan Abdülaziz, Yavuz Sultan Selim'den sonra Mısır'a giden ilk padişahtı.

Sultan Aziz İngiltere ziyaretinde
Güçlü bir cüssesi vardı. Heybetliydi. Birçok spora meraklıydı. Bilek güreşi, atıcılık ve özellikle güreş hususunda istidad sahibiydi. Zamanın kırkpınar başpehlivanı Kel Aliço ile de 30'a yakın güreş tutmuş, birkaç kere onu yenmeyi başarmıştı.

Yine Avrupa seyahati sırasında Fransa'da bir fuarda gezerken bugün her yerde gördüğümüz yumruk atma makinelerinden görünce meraklanmıştı. Adının ne olduğunu sorduğunda yanındakiler önce söylemek istemeseler de, sonra mahcup bir şekilde "Türk kafası" dediler. Buna bozulan Sultan Aziz yanında kendisi gibi heybetli olan Ali Paşa'ya alete vurmasını emretti. Ali Paşa'nın vuruşuyla, yumruğun gücünü ölçecek olan şerit en yukarı kadar yükseldi ve hududunu kırarak havaya kalktı. Bunun üzerine Sultan Aziz gülümseyerek "hayret ki bir vuruşta dağıldı, bu Avrupalı kafası olsa gerek" dedi.

Sık sık halkın arasında kır gezilerine çıkar, kendisine selam veren tebaasına sürekli karşılık verirdi. Bu hareketleri sebebiyle zamanında sevilen bir padişah olmuştu.

Ancak muhakkak ki düşmanları da vardı. Özellikle yönetimdeki bazı kadrolar, veliaht Sultan V.Murad'ın görüşlerini ve akli melekelerinin sınırlı olduğunu bildikleri için onun padişah olmasını istiyorlardı. Önce 10 Nisan 1876'da medrese talebeleri kışkırtılarak sokak olayları ve yürüyüşler düzenlendi. Bu olayların sonucunda başta Mahmud Nedim Paşa olmak üzere bir çok devlet adamı görevinden alındı veya istifa etti.

Yerlerine gelenler, darbeyi planlayan serasker Hüseyin Avni Paşa, nazır Mithat Paşa ve şeyhülislam Hayrullah efendi oldu. Sultan Murad ile de sürekli görüşme halindelerdi.

30 Mayıs sabahı Dolmabahçe sarayı basıldı. Aynı zamanda deniz tarafından da gemilerle sarayın etrafı sarıldı. Emri veren Hüseyin Avni Paşa'ydı. Sultan Abdülaziz yanındaki askerleriyle birlikte çarpışmayı, kan dökülmesini istemeden teslim olmayı tercih etti.

Saray yağmalanırken Sultan Aziz, eşleri ve annesi Pertevniyal Valide Sultan kayıklarla apar topar Topkapı Sarayı'na nakledildi. Ancak Topkapı Sarayı yıllardır kullanılmıyordu, odalar boştu. 3 gün kadar yerde kilim olan bazı odalarda kalan Sultan Aziz ve ailesi, Sultan V.Murad'a br mektup yazarak durumu anlattı. Sultan Murad da onları Feriye Sarayı'na aldırdı.

Ancak binbir zahmetle darbe yapıp indirdikleri Sultan Aziz'in yerine, Sultan V.Murad'ı bir türlü padişah olarak ilan edemediler. Akli melekelerinin sınırlı olması nedeniyle hal ve hareketleri bozuktu. Halk arasında bir kılıç kuşanma töreni yapıp bu hallerin görünmesini istemiyorlardı.

Bu durumlar ve Sultan Aziz'in hali halk arasında yüksek sesle konuşulmaya başlanmıştı. Ayrıca nakledildiği Feriye Sarayı(bugünkü Galatasaray Üniversitesi) boğazın merkezindeydi ve halkın rahatlıkla görebildiği bir yerdeydi. Darbeci paşalar, halkın tekrar Sultan Aziz'i istemesi ve ayaklanması endişesine kapıldılar.

Sultan Aziz canından da korkar olmuştu. Sürekli ibadet ve kıraatla meşgul oluyordu. Yanından revolverini ve Sultan III.Selim'den kalma palasını hiç ayırmıyordu. Ancak 3 Haziran cumartesi günü silahları da elinden alındı.

Ertesi sabah Sultan Aziz'in odasından gelen çığlıklar üzerine Pertevniyal Valide Sultan odaya girdiğinde iki bileği de kesilmiş halde yerde yatan oğlunu gördü. Masada Yusuf Suresi açık olan bir Kur'an vardı. Henüz can çekişen sultanın yanında annesi çıkarıldı. Herhangi bir doktorun olaya yetişemediği söylendi. Ancak boğazın karşı kıyısındaki yalısında oturan Hüseyin Avni Paşa olayı haber alıp yetişti(!) ve hala hayatta olan Sultan Aziz'i yan taraftaki karakola taşıttı. Sultan orada can verdi.

Ölümüne kadar herhangi bir tıbbı müdahale yapılmadı. Hüseyin Avni Paşa, sakallarını düzeltmek için istediği bir makasla bileklerini kestiğini söyledi ve kayıtlara bu şekilde geçirildi. Raporu onaylamasını istedikleri iki doktor da durumun farklı olduğunu söylediler ve onaylamak istemediler. Doktorlardan birinin hemen Trablusgarp'a tayini çıkarıldı. Diğeri de görevinden azledildi ve başka iki doktor getirilip rapor onaylatıldı.

Cenazeyi yıkayan imamların söylediklerine göre ise Sultan Aziz'in sakalının bir kısmı yolunmuş, ağzındaki dişlerden ikisi kırılmıştı. Sol göğsünün altında büyük bir çürük vardı.

Annesi Pertevniyal Valide Sultan kesinlikle oğlunun saraya alınan cellatlar eliyle öldürüldüğünü iddia etti. Hatta o gün üzerinden çıkan kanlı elbiselerini ve çamaşırlarını bir sandıkta sakladı. Bu elbiseler yıllar sonra Topkapı Sarayı depolarında bulundu.
Kanlı kıyafetler
Kanlı kıyafetler
Kanlı kıyafetler


Olaydan aylar sonra tahta çıkan Sultan II.Abdülhamid Han da hemen Yıldız Mahkemeleri'nde bir dava açtırdı. Zira o da Sultan Aziz'in intihar ettiğine inanmıyordu. O günün delilleriyle yapılan yargılama sonucunda(Sultan Aziz'in hizmetçilerinden biri de cinayet lehinde şahitlik etmiştir.) olayın bir katl olduğu sonucuna varıldı. İçlerinde Mithat Paşa'nın da bulunduğu 9 sanık hakkında idam kararı verildi ancak Sultan Abdülhamid hep yaptığı gibi bu idam kararlarını sürgüne çevirdi. Sanıklardan bir diğeri olan Hüseyin Avni Paşa'nın da Süleymaniye'de olan kabrine dokundurtmadı.


Olayın belki özeti, Sultan Aziz'le dalga geçer gibi poz veren askerlerin fotoğrafıdır. Saray fotoğrafçısı Vasilaki Kargopulo'nun çektiği bu fotoğrafta Sultan Aziz azlinin ardından bahçıvan kıyafetleriyle otururken, arkasında iki asker dirseklerinin Sultan'ın omuzlarına koymuş bir şekilde poz verir. Askerlerden birinin sağ eli, ceketinin düğmelerinin arasına girmiş bir şekilde bulunur.

Allah bu pehlivan padişahın şehadetini kabul etsin. Bir insan iki bileğini de makasla kesebilir mi, cesedinden çıkan kan bunu bize anlatır mı gibi sorulara bizim ilmimiz yetmez. Ancak bu gibi araştırmalar için de Talha Uğurluel, Necdet Sakaoğlu, Mustafa Armağan gibi kişilerin kitaplarını tavsiye ederiz.

Kendisi şu an babası II. Mahmud'un yaptırdığı türbede babası ve yeğeni Sultan Abdülhamid'in arasında yatmaktadır. Kapanışı o günlerde halkın dilinde ağıt olmuş şu sözlerle yapalım:

Seni tahttan indirdiler/Beş çifteye bindirdiler/Topkapı'ya gönderdiler/Uyan Sultan Aziz uyan/Kan ağlıyor bütün cihan.