28 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Milleti Mübarek Eyleyen Adam: Hz. Yavuz Sultan Selim

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah’ı unutur.

Halkın “veli padişah” olarak bildiği II.Bayezid’ın 1467 yılında Amasya’da bir oğlu daha olduğunda, adını Selim koydu. Selim “kötücül olmayan, iyi, tehlikesiz, sakin” anlamlarını taşır. Lakin Sultan Selim’in kulağına ezanı kim okudu, ya da adını doğru fısıldadı mı bilinmez, ona yıllar geçtikçe çevresindekiler “Yavuz” lakabını uygun gördü. Yavuz, selimin aksine “hiddetli, kötü, fena” anlamlarına gelmektedir.

Anlatılan o ki Sultan Selim, Trabzon’da sancakta iken tebdil-i kıyafet İran yurduna gider. Bir derviş kılığında 2-3 ay boyunca satrançta herkesi yenerek nam salar. Zira daha önceden Şah İsmail’in satranca olan merakını duymuş, onun karşısına kadar çıkabilmek için bu yolu seçmiştir. Vehasıl amacına ulaşır ve bir gün Şah kendisini satranç oynamaya çağırır. O güne kadar satrançta hiç yenilmeyen Şah, oyun sırasında “etrafımdakiler belki dostum oldukları için beni yenmezler” minvalinde konuşunca; bizim derviş sultan da o meşhur mühendislik harikası şiirini söyler:

Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur 
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol alemde bir dildar olur
Yar olur, ağyar olur, dildar olur, serdar olur.

Şiirin sonunda da mat eden hamlesini yapınca, Şah İsmail hem bu şiire, hem de ilk defa mat olmasına hiddetlenir ve okkalı bir tokat atar, dervişi dışarı attırır. Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail savaş meydanında da ilk kez mat olmuş ovadan kaçarken, Sultan Selim o tokatın öcünü aldığını söyler. Aklı selim bir intikamla.

Hikaye doğru mudur, bir şehzade sancağını bırakıp İran’a gider mi bilinmez lakin bu yavuz-selim meselesine güzel bir örnek olduğu kesin.

Yine Sultan, kendisine selim ismini koyan babasına karşı sert bir hamle yapmış ve onu yavuzca tahtından indirmiştir.

Hayatı da kendisi gibi hızlı ve hararetli geçen bu mübarek adam 8 yıl 8 aylık saltanat süresinin sonuna geldiğinde; devletin sınırları neredeyse iki buçuk kat büyümüş, İpek ve Baharat yolları ele geçirilmiş, hazine kapıları kapanamayacak derecede doldurulmuştu. Ölümünün ardından Kemal Paşazade şöyle söyler:

Şems-i asr idi, asrda şemsün
Zilli memdud olur zamanı kasir
(Asrın güneşiydi, güneşin de ikindi vakti gibiydi; gölgesi çok uzundu, lakin çabucak geçiverdi.)

Fakat Hz.Yavuz’un bize bıraktığı asıl hazine Mısır ilinden getirdiği pahada ağır eşyalar değildi. Yavuz Sultan Selim Han, Efendimiz’in kılıcını, sancağını, hırkasını; hepsinden de önemlisi bu mübarek emanetlere koruma olma vazifesini aldı getirdi. Onun sayesinde bu millet, gerçekten mübarek bir millet oldu ve asırlar boyunca Harameyn’e hizmet etme şerefine erişti.

Onun zamanına kadar halife adına okutulan hutbede asırlardır “hakimül harameyn” ifadesi geçerken, onun adına okunan ilk hutbede Sultan Selim bu ifadeye itiraz etti ve “hadımül harameyn” olarak değiştirdi. Onun ardından da bu millet 400 yıl boyunca Harameyn’e hizmetçi oldu.

Hilafeti, Hz.Ali efendimizden sonra belki de ilk defa gerçek anlamıyla taşıyan kişi oldu. Mukaddes emanetleri İstanbul’a hatimler indirterek getirtti. Ve hatta İstanbul’a vardığında, geceli gündüzlü o dairede Kur’an okunması için; kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere 40 hafız tayin etti. O dairede Kur’an bugüne kadar kesintisiz okundu ve hatta şu an şu dakika da okunmaya devam ediyor.

Yavuz Sultan Selim, Büyük İskender’den başka hiç bir ordunun geçemediği çölü geçerken; kendisine Peygamber Efendimiz’in rehberlik ettiği söylenir. Yine Yavuz Çaldıran’da o gün için büyük bir teknoloji olan “hareketli toplar”la galip gelir. Madde ve mana alemlerinin ikisinde birlikte ileride olan bu adam bizim için çığırlar açan bir örnektir.

Yaptığı seferle tek hamlede Türk ve İslam tarihini birleştiren ve seyirlerini değiştiren bu mübarek adamdır. Zira böylesine bir sefer ve zafer herkese nasip olmaz.

Onun anlatmakla bitmez icraatlarının maddi ve manevi etkileri hala devam ediyor. İsminin bir köprüye verilmesinin dahi tartışıldığı bu günlerde, Hz.Yavuz’un değerini idrak etmek de biz vefasız torunlarına nasip olsun.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Osmanlı, Türk Milletinin Ustalık Eseridir

Bismillahirrahmanirrahim.
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Osmanlı denildiğinde aklına sadece bir hanedan, bir devlet ya da bir yönetim şekli gelenler bizi hiç anlayamadılar. Zira Osmanlı sadece bir devlet değildir, bir meseledir. Hem de esaslı bir mesele.

Türk milleti tarih boyunca hep büyük medeniyetlerle yan yana oldu. Arap, Çin, Roma, İran, Mısır, Rus, Kafkas, Anadolu gibi insanlık tarihinin neredeyse bütün büyük topluluklarından etkilendi. Onlarla savaştı, ticaret yaptı ve muhakkak onlardan çokça şey öğrendi.

Selçuklular yıkılıp da Anadolu'da beylikler dönemi yaşanırken, artık Türk milleti bütün bu medeniyetlerden sayısız ilim, kültür ve teknoloji katmıştı kendine. Ayrıca bu öğrendiklerini kendi karakterine eklerken İslâmiyet mayasıyla yoğurmuş, ancak o sayede ortaya çıkabilecek bir hamuru çıkarmıştı ortaya.

Bu kazanımların da ışığında, Osmanlı Devleti Türk milletinin ustalık eseriydi. Kurduğu onlarca devletin sonuncusu, bütün eleklerden geçirdiği milli birikiminin nihayetiydi. Bu devlet ayrıca mayasının İslamiyet olması dolayısıyla hala da gelişmeye ve öğrenmeye açıktı. Bünyesine Katılan Kürt ve Arap milletlerini de esas unsur benzeri kabul etti ve onlarla İslam ortak paydasında buluşarak büyüdü.

16. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar, coğrafyasının en teknolojik ordusuna sahipti. Meydan savaşlarını rekor sürelerde kazanan, geçilmez çölleri geçen, alınmaz şehirleri fetheden bu ordunun alamet-i farikası niceliği değil niteliğiydi. Aynı zamanda mimari, şiir, tıp, astronomi, denizcilik alanlarında da Osmanlı medeniyeti bir marka olmuştu.

Zira Fuzuli yazarken bahsettiğimiz yüzlerce yıllık birikimi İslamiyet'in edebiyle edeplendiriyordu. Sinan çizerken, Selimiye'yi yüzlerce yıllık ilim tortusuna 7 yıl ekleyerek yapıyordu. Hoca Ebusuud 1000 yıllık olgunluğun üzerine içtihad geliştiriyordu. Devletin en büyük devrinde Süleyman, Yavuz, Ebusuud, Zembilli Ali, Sinan, Fuzuli, Baki, Sokullu, Piri Reis gibi isimlerin bir arada yetişmesi asla ve haşa tesadüf değildi. Bu isimler bu milletin ustalık eserinin ustalarıydı.

Osmanlı dahi hep bu Osmanlı'ya hasret duydu. 18. Yüzyılda bile padişahlar "geri gel ey Osmanlı" diyordu. Hala devlet ve hatta hanedan devam ederken insanların geri getirmek istediği o "mesele" idi.  Düşünün ki bu yüzyılda bizim hasretimiz ne raddeye gelmiştir. Bugün bizim ve coğrafyamızın derdi bu devletsizlik değil, bu meselesizliktir.

Aksa'ya botlarla girilebiliyorsa, Filistinliler sokak ortasında infaz edilebiliyorsa, Bosnalılara canlı yayında soykırım, Mısırlılara canlı yayında darbe yapılabiliyorsa, Paris'te efendimize hakaret edilebiliyorsa, Kabe'nin etrafını oteller sarmışsa, Sultanahmet'te alkollü mekanlardan geçilmiyorsa sorun hep bu meseleden yoksun oluşumuzdur. Zira bu bahsettiğimiz yerlerinde hepsinde bir devlet halihazırda vardır. Eksik olan başka şeylerdir.

Bugün Suriyeli kardeşlerimize kapı açmamız işte bu meselenin ufacık bir kırıntısıdır, bir Osmanlı davranışıdır. Bu sebeple onlara sıkıca sarılıyoruz ve sarılmalıyız.

İngilizlerin, Fransızların girip çıktığı her yerde o sömürge dili konuşulurken, hiç bir yeraltı zenginliği kalmazken; Osmanlı'nın girip çıktığı yerlerde herkes kendi dilini konuşabiliyor, kendi kaynaklarını kullanabiliyordu. Almanya 200.000 mülteciyi almamak için Türkiye'ye siyasi rüşvetler verirken, Türkiye 3 Yıldır sessizce 2 milyon mülteci ağırlıyordu. Devlet ile medeniyet ya da "mesele" arasındaki fark işte bu ve benzeri daha niceleridir.

Özlemimiz bu anlattığımız koca meseleye, Osmanlı'yadır. Osmanlı davranışlarının çoğaltılmasına Kafkaslar'ın, Balkanlar'ın, Orta Doğu'nun, hatta tüm dünyanın; ama en çok da bizim ihtiyacımız vardır.