25 Ocak 2016 Pazartesi

Bir Portre Denemesi: Mehmed Ragif

Bismillahirrahmanirrahim
Besmeleyi unutan, Allah'ı unutur.

Fatih Sarıgüzel'de kara gözlü bir bebek doğduğunda babası ona Ragif ismini vermişti. Düşüncesi şu idi: bu isim ebcede vurulduğunda ortaya çıkan sayı sayesinde oğlunun doğduğu yıl unutulmayacaktı. Ama Ragif'i insanlar Akif'in yanlış okunuşu sandılar ve isim Akif olarak kaldı. Hesap tutmamıştı, Ragif unutulmuş lakin doğum tarihi unutulmamıştı. 1290.

Baba Tahir Efendi her sabah kalkıyor, küçük çocuklarını(Akif ve kızkardeşi Nuriye) elleriyle yıkıyor, sahleplerini pişirip içiriyor ve mekteplerine gönderiyordu. Oturdukları mahallede Akif'in babası Temiz Tahir Efendi diye anılıyordu. Bu özellik oğluna da geçti. Akif her sabah soğuk suyla yıkanmaya, insanların diş ve tırnaklarına dikkat etmeye alıştı.

Babasıyla annesi arasında Selanik'ten tanıdık bir kavga vardı: Akif hangi okula gidecek? Annesi Emine Şerife Hanım rüşdiyeye kadar okuduğu mektepleri yeterli buluyor, artık sarık sarmalı, medreseye gitmeli diyordu.  Baba Tahir Efendi kendi de sarıklıydı zaten ve son sözü söylüyordu; medresede okuyacağı şeyleri ben evimde öğretirim.

Akif mülkiye İdadisi'nden mezun oldu. Arkasından Baytar Mektebi'ni de bitirdi, hem de birinci olarak. Ardından da annesini teskin için sakal bıraktı. Emine Şerife Hanım oğlunu dünya gözüyle sarıklı göremeyecekti. Lakin Akif sarığa daima hicran duyardı. Hayri Efendi şeyhülislam olup sarık sarınca arkadaşı Mithat Cemal'e şöyle diyecekti: "Bak, sarık ne güzel şey, Hayri Efendi'ye ne kadar yaraştı."

Bir derdi de fesleydi. Kapalı ortamlarda muhakkak fesini çıkarıyordu. Mısır'a gittiği zamanlarda da ona "ya havage" diyorlar, bundan çok rahatsız oluyordu. Çünkü bu tabir Mısır'da Hıristiyan demekti. Kendisi anlatıyor: "Mısırlılar niçin beni böyle çağırıyorlar diye düşündüm. Sonra anladım ki fesli sakallı olduğum için."

İdadi'ye devam ettiği zamanlar bir gün eve zeytin yağı içinde geliyor ve annesi dehşete düşüyordu: "Aman Ya Rabbi! Yoksa güreşiyor musun?" Yarıçıplak güreşme fikri Emine Şerife Hanım'ı iyice korkutuyordu. Ama Akif'in içi rahattı. Mahallenin namuslu ve Müslüman pehlivanı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan ders alıyordu.

Sporcu bir karakteri, sağlam ve heybetli bir cüssesi vardı. Mektep arkadaşı Ali Rıza Ügur diyor ki: "o denizi gördü mü, biz de onun yüzdüğünü görürdük." Boğazı yüzerek geçebiliyordu. Yürümek onun için sabahtan akşama kadar yapılabilir bir şeydi. Arkadaşları Edirne'ye gidelim dediğinde hadi diyordu: şurası Çekmece, arkası da Edirne, yürüyelim.

Babası ölünce 36 kuruş aylık bağlandı. O günlerde nasıl didindiğini Akif anlatıyor:
Ben de bilmem ne sabahıydı çıkıp lanemden
Daneçin olmak için sa'yi sefilanemden
Dağa koştum, çöle koştum, tepelerden indim
Geç vakit, neyse bulup, kuytuca bir yere sindim

Bir gün Ispartalı Hakkı genç Akif'e kızıyor. Sen böyle gidersen ancak bir Muallim Naci olursun, Fransızca öğren diyor. Arkasından da anlatıyor:"Akif bu sözüme yarım saat kızdı, fakat sonra yedi sene çalıştı. Şimdi en güç Fransız muharrirlerini okuyor, hatta en uzunlarını bile."

Fakat bu sakallı adama kimse Fransızca'yı yakıştıramıyor. Bir gün Quo Vadis'in Fransızca tercümesini okurken Cenap Şehabettin tesadüf ediyor. Yumruğunu burnuna götürerek şaşırıyor: "Quo Vadis'i okuyorsunuz! Fransızcasını. Siz?"

6 ayda ezberlediği Kur'an ile hatimle teravih kıldırıyor, fakat her zaman cemaat bulamıyor.  Oğlu Tahir'in önüne geçip imam oluyor. "Bazen arkamı dönüyorum o da kaçmış." diyordu.

1313 yılında Akif her gün Fatih'te Şekerci Hanı'na gidiyor. Çünkü Neyzen Tevfik bu handa oturuyor ve Akif ondan ney öğreniyor. Fakat üç ay sonra pes ediyor:
Heyhat! söndü şevkim şevkimle ben de söndüm
Hanlarda sürte sürte aşık garibe döndüm.

Mektebi bitirdikten sonra baytar olarak Şam'a gidip orduya at seçiyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak müslüman azınlıklara cihadı anlatmak için Avrupa'ya gidiyor.

Viyana'da bir akşam kilise çanları çalıyor, halk ellerinde mumlarla bir şeyler kutluyor. Mehmed Akif "Müttefikimiz galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar" diye aşağıya inip birine soruyor. Bir Viyanalı cevap veriyor: "Zafer de söz mü, İngilizler Müslümanlar'dan Kudüs'ü aldı. Mukaddes şehir hilalden kurtuldu haça kavuştu." Mehmed Akif "milletim nev-i beşer, vatanım ruy-i zemin" diyenlere bu hikayeyle kızardı. "Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır ne ruyi zeminimiz! Avrupa'nın nev-i beşerinde ben yoksam, benim nev-i beşerimde de o yoktur." diyordu.

Batı'yı görüp memlekete dönünce karakteri değiştirenlere de sert tepkiliydi. Vaktiyle sarıklı bir adam Avrupa'ya tahsile gitmiş, döndüğünde kibirli bir tavır takınmış, sarığı da atmıştı. Bir gün Ali Şevki Hoca'nın evinde muhabbetin gittiği yere dayanamayan Mehmed Akif şöyle demişti: "Siz, insanlara eskiden Fatih minaresinden bakardınız, şimdi Eyfel kulesinden bakıyorsunuz."

İlk mecliste mebus olduğu sürede neredeyse hiç konuşmuyor. Zabıtlarda sadece birkaç kelimesi var. "Ben dört sene susacak kadar bir şey bilmiyordum." diyor. Ezbere bildiği halde toplantılarda kendi şiirlerini bir kağıda bakarak okuyormuş gibi yapan Mehmed Akif, elbette İstiklal Marşı'nı da mecliste kendisi okumuyor. Hamdullah Suphi kürsüden marşı okuduğunda mebuslar tekrar istediklerini haykırıyorlardı. Toplamda bütün meclis marşı ayakta tam dört kere dinliyordu.

Mithat Cemal anlatıyor: "O ömründe bir tek defa, tek bir saadete vukuundan evvel inandı; İstiklal zaferine:
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk'ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu sefer nasıl inandın dedim, 'Başımızdaki adamı kim görse inanırdı' dedi."

Cumhuriyet devri başlamadan Ankara'da "Arap Akif" "mürteci Akif" gibi lakaplar takılmıştır bile kendisine. Yavaş yavaş ihtilal havası hissedilir. Akif sağlık sorunlarını bahane edip önce mebusluktan istifa eder. Bir gün yakın arkadaşı Ali Şükrü Bey ortadan kaybolur. Ardından bu işi, o zamanlar inkılapları yapan ekibin tetikçisi olan Topal Osman'ın yaptığı anlaşılır. Akif artık devrin değiştiğini fark eder ve kışlarını Mısır'da geçirmeye başlar.

1926 kışından itibaren temelli Mısır'da yaşamaya karar verir. Oradayken de mektuplarında arkasından cumhuriyetin polis hafiyesi gezdirdiğinden yakınır. Yine rahat değildir.

Yaklaşık 10 yıl Mısır'da yaşar. Bu sürede Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, kendisinden Kur'an meali yapması istenilmiştir. Mehmed Akif önceleri kabul etmez fakat daha sonra bir sözleşme imzalar. Meal maddi olarak bitmiş fakat Akif'in gözünde asla bitmemiştir. Ona göre "Kur'an tercüme etmek için bir insan ya çok alim olmalıydı, ya da çok cahil."

Öncelikle kerim kitabı asla tam olarak tercüme edemediğine inanıyordu. Sürekli bitmiş tercümenin üzerinde değişiklikler yapıyordu. Ardından da tercüme bitse bile teslim edilmesi konusunda endişeliydi. 1936 senesinde vatanında ölmek istediği için geri geliyor ve Mısır apartmanında birkaç aylık hasta yatağına yerleşiyordu. O yatakta iken gazeteci Hakkı Tahir'e şunları söyledi: "Kur'an tercümesini Mısır'da birine bıraktım(Yozgatlı İhsan Efendi-Ekmeleddin İhsanoğlu'nun babası). Sağsalim dönersem bana geri verecek, dönemezsem de yakmasını vasiyet ettim." Geri dönemedi.

Ayrıca bir endişesi de cumhuriyet ile alakalıydı. Türkçe ezan konusundan ve harf inkılabından son derece rahatsızdı. Kur'an mealinin camilerde Türkçe namaz kılınmasına alet edilmesini istemiyordu.

Velhasıl Mehmed Akif, 27 Aralık 1936 tarihinde Beyoğlu Mısır Apartmanı'nda vefat etti. İstanbul'a "ölmeye geldiğini" biliyordu ama tesellisi de vardı. Bunu söyleyen doktorlara "Peygamber Efendimiz'in öldüğü yaşta öleceğim o halde" diyordu. Öyle de oldu. 63.

Hep yazmak istediği iki manzume vardı. Ancak ikisi için de önce seyahat etmesi gerekiyordu. Biri için İspanya'ya gidip Elhamra'yı görmek ve onu yazmak istiyordu. Ve neredeyse 10 yıl tasarladığı manzume: "Mekke'ye gideceğim, ilk ayetin nazil olduğu Hira mağarasını göreceğim, bu şiirime mukaddime olacak ve manzumemde Peygamber Efendimiz'in bütün hayatını yazacağım, sonra da son hutbesini."

Bir portre çıkarmak istesek de beceremeyeceğimizi bildiğimizden ancak bir denemedir bu. Nasıl ki Akif'in meali onun gözünde hiç bitemediyse, bu portre de bizim gözümüzde hep eksik kalacaktır. Lakin gücümüz yettikçe bu yiğit adamı anlatmaya devam edeceğiz. O, dini vatanla bir etmiş; temiz, şair bir pehlivandı. Allah ondan razı olsun.









6 Ocak 2016 Çarşamba

Yalan / Hikaye

Ne yaparsa yapsın birkaç saat boyunca asla geçmeyeceğini bildiği bir baş ağrısının başlaması gibiydi. İçine kocaman bir boşluk oturmuştu ve o çaresizce acısının dinmesini bekleyecekti. Canının sıkkın olup olmadığını soranlara “hayır” diyordu. İnsanlık tarihinde yalan söylenirken bütün dillerde en çok kullanılan kelimenin “hayır” olduğunu biliyor muydunuz? Bu istatistik gerçekten bilimsel bir araştırmanın sonucu mu peki? Hayır.

“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!”. Yalan söylemeye erken yaşlarda başlamıştı. Başlarken söylediklerinin yalan olduğunu bile bilmiyordu aslında ama ziyanı yok, hep böyle başlar zaten. Önce bilmeden, sonra küçük, sonra beyaz, sonra daha büyük bir amaç için yalan söylemişti. Neredeyse her sabah bağıra bağıra yalan söylemişti. Hem de arkadaşlarının yanında, onlarla bir ağızdan. Hem de öğretmenlerinin yanında, onların gözünün içine bakarak. “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!”. Havanın çok kötü olduğu sabahlar yalan söylemiyordu. “Güçlüyüz, cesuruz, hazırız!”. Neye hazırsın? Uyurken ölmeye hazırsın.

Yaklaşık on iki sene hapis yatmıştı, bu sürede toplam bir yıla yakın hücrede kalmıştı. Yatak, tuvalet ya da ışığın olmadığı bir metrekarelik soğuk delik. Ama hala sorduklarında, rüya olduğunu fark edemediği bir rüyada bağırdığı halde sesinin çıkmamasının daha umutsuz hissettirdiğini söylerdi. Onun için umutsuzluk ve çaresizlik maddi alemden bu kadar uzaktı işte (ya da yalan söylüyordu).

Hapisten çıktığında kendi kendine konuşmaya, hatta bunu yaparken elini kolunu kullanmaya devam etti. Çok zordu. On iki sene sadece kendi kendine konuşmuş birinin birden başkalarıyla konuşmaya başlaması çok zordu. Yolda yürürken bu hareketleri dikkat çekiyordu. Önce el ve kollarının hareketlerini kesti. Ardından kendine bir kulaklık aldı. Kulağında, ucu hiç bir yere bağlı olmayan bir kulaklık varken kendi kendine konuşması dikkat çekmiyordu. Teknoloji gelişmişti. İnsanlar onun telefonda başka biriyle konuştuklarını düşünüyorlardı. Başka biriyle konuştuğu doğruydu ama, telefonda değil.

Her yalan söylediğinde ona bunun yalan olduğunu söyleyen bir ses gelirdi içinden. İlk kendi kendine konuşmaları böyle başladı. Daha sonra tıpkı meşhur hikayedeki cüceler ya da şirinler gibi farklı farklı kişilikleri oldu. Yalancı, doğrucu, faşist, ılımlı, ahlaklı, hırsız, kibirli, zalim, mazlum… Kişi(lik)ler çoğaldıkça konuşmalar daha da sertleşmeye başladı. Bir zaman sonra artık kendisiyle kavga eder olmuştu. İçerideyken el ve kolların kullanılmaya başlaması bu döneme denk gelir.

İşlediği suçun ne kadar büyük olduğunun farkındaydı hep. Belki de bu sebeple cezasına hiç itiraz etmedi. Aslında hukuki olarak itiraz edildi. Ama o cezasına itiraz eden avukatına da itiraz etmedi. Zaten o itiraz da kabul edilmedi. Yerden göğe kadar haklılardı. Ceza süresi içinde kendini bunu düşünürken bulduğu çok olurdu. Cezasını çekilir kılan buydu aslında. Masum olduğunu düşünen birinin iki gece dahi tutuklu kalması katlanılamaz olabilirdi. Lakin o, kendisine verilen cezayı az bile buluyordu (yalan söylüyor olabilir).

İçine uzun süre gitmeyeceğini bildiği o boşluğun girdiği gün uyuyamamıştı. Üzüntüyle öfkenin karışık olduğu bu duygu yoğunluğu dişlerini sıkmasına neden oluyordu. Bedeninde hapis gibiydi. Hapiste kaldığı sürede bile bu kadar zor durumda hissetmemişti kendini (kesinlikle yalan söylüyor).

Sabaha karşı biraz uyuyabildi. Öğle ezanıyla uyandı. Hapisten çıkalı neredeyse bir ay olmuştu ve sabahları uyandığında özgür olduğunu fark etmesi için artık birkaç dakika geçmesi gerekmiyordu. İçinde dün geceki boşluğun sızısı vardı. Bacağını bir yere vurduğunda çürüyüp morarmasına benziyordu. İçini dün gece bir yere vurmuştu. Hatırladıkça birisi o morluğa bastırıyor gibi içi sızlıyordu. Hatırlamamalıydı. Hayatında ilk defa birilerini yumruklamak istiyordu (eeh, yalan!).

Böyle üzüntülü ya da öfkeli zamanlarda karar alınmaması gerektiğini bir yerlerde duymuştu aslında, ama aldı. Hem de radikal bir karar aldı. Silahı olsa eline bir silah bile alabilirdi. Onu hapse attıran ve aslında hak ettiğini düşündüğü cezayı çekmesine sebep olan adamın buralarda olduğunu duymuştu(söylemiştim, aslında o cezayı hak ettiğine o kadar da inanmıyor). Onun hakkında çok ciddi planları vardı.

İçine oturan o boşluğun ertesindeki ilk gün, hedefindeki adamı takip etti. Evini buldu. İkinci gün, işyerini buldu. Üçüncü gün, hangi saatlerde ne yaptığını not aldı. Altıncı gün, hedefinin gün içindeki hareketlerinin rutin olup olmadığını kontrol etti. Sekizinci gün, onun haftada bir gün tatil yaptığını fark etti. Yirmi ikinci gün, tek tatil günü olduğundan emin oldu. Otuz gün geçtiğinde, artık hedefinin neredeyse her hareketini ezberlemişti. 

Fakat bütün bu sürede takip ettiği kişinin takip edildiğini anladığını anlamamıştı. Yirmi dördüncü günden beri yaptığı takip fark ediliyordu. 

Ayrıca kendisi de takibinin amacını unutmuş, hedefe giden yolda bir araç olan takibi amaç haline getirmişti. Bir infaz planı yapmıyor, hatta yapmamak için bahaneler uyduruyordu. Bu konuda kendiyle kavga ediyordu. El kol hareketleri tekrar başlamıştı. En sonunda bir plan yapmaya karar verdi. Otuz yedinci gün hedefini öldürecekti (öldüremedi).

Başarısız bir denemenin ardından biraz burkulmuştu ama her gün takip işine devam etmekten asla geri kalmadı. Kırk birinci günün sonunda, ertesi günü tamamen plan yapmaya adamaya karar verdi. Kırk ikinci gün, sabah kalktıktan sonra takibe çıkmadı. Kusursuz bir plan yaptı (ilk başarısız denemenin bir planı olmamasından kaynaklandığı iddiasını kendi içinde ispatlamıştı). Günü tamamen takip verilerini değerlendirerek geçirdi. Hatta o gece aldığı notları son kez çalışırken uyuyakaldı. Artık her şey kesindi, kırk üçüncü gün bu işi bitirecekti.

Ona ne yaparsa yapsın geçmeyeceğini bildiği bir ağrının başına saplanmasına benzer duygular yaşatan boşluk hissinin içine oturmasının kırk üçüncü gününe asla uyanamadı. Takip ettiği, rutinlerini ezberlediği, başarısız bir suikast yaptığı, en sonunda kusursuz bir öldürme planı yaptığı hedef aslında kendisiydi. Kırk üçüncü günün planını başarıyla uygulamıştı. Ya da hepsi gibi bu da koca bir yalandı.